Hiç düşündünüz mü siz hangisisiniz; saf okur mu yoksa düşünceli okur mu? Biliyorsunuz Orhan Pamuk’a göre romancılık hem saf hem de düşünceli olma işi, peki ya roman okuma? Roman okurken karşınızdaki metnin yapaylığını, oluşturulurken ortaya konan teknikleri kafanıza takmıyorsanız eğer, Pamuk’a göre saf okursunuz demektir, bunun tam tersi bir duyarlığa sahip iseniz, yani roman yazılırken kullanılan teknikleri, metnin düşüncelerinize etkilerini ölçüp biçiyorsanız da düşünceli okursunuz. Orhan Pamuk (aslında Schiller’in şairler üzerinden yaptığı bir ayrım bu), bir yazar ve okur olarak bu ayrımların üzerinde uzun uzun durmuş, aynı anda saf ve düşünceli bir romancı olabilmenin inceliklerini araştırmıştı son çalışmasında. Edebiyat dünyamızda son günlerde yazılıp çizilenleri okurken birden başka bir soru takılıverdi aklıma. Eğer Pamuk haklıysa, ortalıkta saf ve düşünceli örnek okurlar varsa, o zaman buna karşıt olarak fesat ve düşüncesiz okurlar/ yazarlar da olmalı etrafımızda, edebiyat dünyamızda…
Aslında bir suçum yok, malum kuşkucu yapım hep bunlara yol açıyor ama beni azmettirenlerde yok değil. Geçtiğimiz günlerde yeni kitabı “Reenkarnasyon Kulübü” yayımlanan Kaan Arslanoğlu’nun mektubu düştü küçük edebiyat gündemimizin içine. Ve bana bu melun, bu kötü niyetli soruyu sordurdu. Arslanoğlu kendi etrafındakilerin eğilimlerinden yola çıkarak sevmedikleri kitapları okuyan, sevmedikleri partilere oy veren, kısacası aslında sevmedikleri hayatları yaşanlara yöneltmişti oku. İnsan sevmediği kitabı niye okur, elinde dolaştırır, onun üzerine konuşur? Kabaca cevap vermeye çalışırken ilk akla gelen fesat ya da düşüncesiz olduğu zannıdır. Hal böyleyse içine bizim de dahil olduğumuz çok büyük bir kitle, fesatlıklar ve düşüncesizlikler içindedir. Yoksa değil midir? Arslanoğlu’nun üzerinden devam edersek, temelde sevmediğimiz şeylerle beslenip aslında beğenmediğimiz kıyafetleri giyip, sevmediğimiz işlerde çalışıp durmaktayız. Kısacası sevmek bir yana pek çoğumuz düşündüğümüz gibi yaşamamaktayız.
Zizek, siyasetin kötünün iyisini seçmek demek olmadığını, bu yaklaşımı temelinden sarsmamız gerektiğini söyler. Ancak nasıl? İzleyici olma hastalığına yakalanmış bu çağda, izlenebileceklerin içinden seçim yapmak dışında nasıl hareket edeceğimizi bile bilemiyoruz. Bize sunulan kitapların, edebiyat anlayışının, kültürün, sanatın ve hatta siyasetin izleyicisiyiz sadece. Kanal değiştirmeyi ya da televizyon kapatmayı bir tercih gibi bize sunanlar o kanalların temelde hiç değişmediğini de, televizyonların hiç kapanmadığını da çok iyi biliyorlar. İzleyiciyi edilgenlikten kurtarıp etken kılma, sinema ve tiyatro sanatının uzun yıllardır üzerinde çalıştığı bir iş. Acaba bu iş üzerinde çalışan sanatçılara mı danışmalı, hayatın her alanında bizi gün be gün çürümeye ve hiçliğe götüren tv koltuklarından nasıl kalkmalı?
Çıkış yolunu aramaya başlamadan önce sorunun ne olduğunu tespit etmek daha anlamlı. Zira yine Zizek’e göre bir çağ gerçek anlamda bozulmadan, kokuşmadan yıkılamazmış. Önce kokuşmayı görelim… Arslanoğlu şizofrenik yanılmaya işaret ediyor. Tutarlılık arayışına.
Kaosta yaşayanlar ilk uzatılan ele sıkı sıkı tutunuyorlar, herkeste bir tutunma telaşı. Edebiyatta da haliyle çoksatanlara... Korkarım sadece okuma anlayışım değil, içim de fesat benim, düzelebilmek için müsaadenizle “Saf ve Düşünceli Romancı”nın sayfalarına bir kez daha dönmeliyim…
kitabı okumadım.okuyacağımıda sanmıyorum.fakat tanıtımında enver paşa devrimci olrak lanse ediliyor.peki hitlerde devrimci değilmi o zaman.
Yazıda değindiğiniz üzere yıkılması için önce kokuşmasını beklememiz gereken çağı yaşıyoruz bence. Daha fazla nasıl kokuşabilir, nasıl bozulabilir tahayyülü bile ürkütücü.
Hamiş: "...açıyor ama beni azmettirenlerde yok değil." cümlesinde "azmettiren de" kısmında "de" ayrı olacak. Ufak bir gözden kaçma durumu olduğunu tahmin ediyorum lakin günlük hayattaki dil katliamına dahi alışamamışken hiç değilse edebiyat dergilerinde böyle hatalar görmemeyi temenni ediyorum.
Yeni yorum gönder