Özelleşmiş bir insan pratiği olarak edebiyat daha geniş kitlelere hitap edebilir mi? Verimliliği, işi ve fikirlerin pratik uygulamalarını yücelten bir toplumda ‘faydasız’ bir söylemin rolü nedir? Bu sorular, edebiyatın günümüzde işgal ettiği en sorunlu, en sallantılı konuma işaret ediyorlar. Edebiyat profesörü Gregory Jusdanis de işte bu sallantılı konumdan yola çıkarak edebiyatın ve sanatın savunusu için kolları sıvıyor. Kurgu Hedef Tahtasında - Edebiyatın Savunusu adlı çalışma daha en başta edebiyatın gerçekten de bir savunuya ihtiyacı var mı, sorusunu akla getiriyor. Hemen cevap verelim: Neredeyse tarih boyunca, evet. Hatta edebiyat kendini sonsuz, bitimsiz saldırılara karşı cevap vererek, kendini durmaksızın savunmak zorunda kalarak şekillendirmiştir, demek bile mümkün.
Aslında sorunun temelinde edebiyatın kurgu ile gerçeklik arasında gidip gelen, durmaksızın salınan doğası mevcut. Bir edebiyat eserini okumaya başlarken yazar ve okur arasında yapılan sözsüz, fakat kati anlaşmayı hatırlayalım. Yazar bize anlatı evrenini gerçekmiş gibi sunar, biz okurlar ise gerçek olmadığını bildiğimiz halde bu sunumu gerçekmiş gibi kabul ederiz. Ancak yine temel bir dürtüye karşılık gelmesi gerekir bir şeylerin. Tüm bu “miş gibi” yapmaların nihayetinde dönüp gerçek olana bakmak isteriz. İşte sallantı tam da buradan gelir. Hangisi gerçek, kim yaratıyor, kim bakıyor, kim yaşıyor? Soruları devam ettirmek mümkün. Bu soruların eksenine bir kere girdiniz mi, artık edebiyatın kendini savunma noktasına gelmesini beklemeniz gerekir. Bir adım ilerisinde de yine faydacı bakış açısının içine düşersiniz: Tüm düşler, gerçek(miş) gibi yapmalar ne işe yarıyor?
Edebiyat bizi gerçeklere götürmez, sahici bir yere götürmek yerine, gerçek ile gerçeğe benzeyen arasındaki gerilimde sahneye çıkar. Zira bilmenin, hakikat ve kurguyla bir etkileşime geçmek meselesi demek olduğunu, hatırlatır, gösterir. Peki bunu nasıl yapar? “Kocaman dünyadan veya ruhlarımızın hapishane kapılarından bir güzellik imgesi çıkarıp sanatsal ifadede kullanarak.”
Ancak bütün bunlar yine de o sallantılı konumu sağlama almaz. Hayallerle uğraşan bir yazı türü olan edebiyat aslında hep kırılgandır çünkü. Şüpheleri ve saldırıları hep üzerine çeker. Üstelik günümüzde de yapısal konumundan dolayı daha da kırılgan bir hale gelmiştir. Edebiyat, artık ifşa edilmeyen bir söylem olarak varoluşunu sürdürmektedir.
Jusdanis’e göre eleştirmenler bir yandan sanatın kendine ayrılmış alanını havaya uçurup onu gerisin geri doğaya göndermek istiyorlar. Öte yandan sanatın zaten en küçük parçasına ayıracak ölçüde infilak ettiğini, bu şekilde de toplumla yeniden birleştiğini ileri sürüyorlar. Yazar, bu noktada öncelikle edebiyatın ve sanatın özerkliği meselesine kafa yoruyor. Edebiyatın özerkliğine saldırıyor. İçsel özbilincinden, biçimi yüceltmesinden ve adaletsizlikler karşısında kayıtsız görünmesinden dolayı reddediyor, özerkliğinden dolayı onu suçluyor. Sonrasında ise söz konusu argümanları parçalamaya girişiyor. Çünkü, estetik özerklik fikri büyük ölçüde yanlış anlaşılıyor, diyor Jusdanis. “Zira ortada bir değil iki
özerklik var: Biri toplumsal, diğeri ideolojik. Birincisi, sanatın insan ediminin ayrı bir alanı olarak yavaş yavaş ortaya çıkış ile ilgilidir; burada söz konusu olan, sanatların yeni bir şekilde örgütlenmesi, yayılması ve tüketilmesidir. İkincisiyse sanatı toplumsal ilişkilerin temeli olarak koyutlar.”
Sanat toplumsalın alanına nasıl girer, diye sorarsak da kişisel tecrübelerden söz etmek gerekir. Sanat, kişiselleşir. Çünkü ancak başkalarıyla, estetik tecrübelerimizle ilgili ilişkiye girdiğimiz andan itibaren toplumsalın alanına girmiş oluruz, tabii bizimle beraber sanat da, edebiyat da öyle…
Peki bunca şüpheli, bunca savunuya muhtaç bir şeye kafa yormanın gereği ne? Yanıtı Profesör Jusdanis’le beraber verelim: Biz her zaman, hayat ile hakikat arasındaki o akışkan hattı arayıp duruyoruz çünkü; o çizginin üzerinde yürümekten, şiir dediğimiz o yalanın peşine düşmekten kendimizi alamıyoruz.
Yeni yorum gönder