Ani bir kararla yazarlığa geçen ve kısa süre içinde iki milyondan fazla okura sahip olan bir yıldız-yazara dönüşen Jean-Christophe Grangé... Türk okurları onu haliyle, ülkücü-mafya-siyaset ilişkilerimize odaklanan Kurtlar İmparatorluğu adlı romanıyla tanıdı ve tuhaf bir şekilde sevdi. Bu roman da tıpkı yazarın diğer çalışmaları gibi çok okunmuş, çok tartışılmış ama gerilim tozunun verimliliğiyle sevilmişti. Kurtlar İmparatorluğu’nun ardından Siyah Kan, Şeytan Yemini ve Koloni geldi. Şimdi ise karşımızda mürekkebi kurudu kuruyacak, Ölü Ruhlar Ormanı...
Grangé, kendi deyişiyle “Anglosakson dünyasının yazarı” yaftasını pek sevmiyor ve bu önyargıyı roman kahramanlarını çoğu zaman üçüncü dünya ülkelerine göndererek kırmaya çalışıyor. Hiç şüphesiz beyhude bir çaba! Yazar ne derse desin, doğunun üstünden kibirle geçen batılı göz olmaktan kendini hiç kurtaramıyor. Tıpkı son romanı Ölü Ruhlar Ormanı’nda olduğu gibi. Romanın kahramanı ne kadar sol görüşlü, kadın ve eski hippi ailesinin bir ferdi olsa da, Parisli bir sorguyargıcı nihayetinde; bir zamanlar büyük bir ilgiyle gezdiği Latin Amerika ülkelerinde maceradan maceraya koşarken, klimasız devlet dairelerinin, leş kokan varoşların ve beyaz kadının karşısında aşağılık kompleksi yaşayan bu ülke insanlarının duygularının altını çizmeden edemiyor. Ve en mühimi Latin Amerika ülkelerinin cangılları aracılığıyla bilinçaltına doğru çıktığı turistik yolculuğu hiç mi hiç gerekçelendiremiyor.
Sonda söylemem gerekeni hemen başta arz ettikten sonra, gelelim hikayeye. Biraz önce de belirttiğim gibi kahramanımız Parisli bir sorgu yargıcı Jeanne Korowa; otuzbeşinde, çocuğu, kocası, doğru düzgün bir sevgilisi olmayan, daimi bir ilgi-sevgi açlığıyla depresyonun derinliklerinde yaşayan, elbette alışveriş ve zayıflama takıntılarından mustarip klasik bir modern dünya tutunamayanı... Çocukluğunda yaşadığı ve ailesinin hayatına malolmuş bir şiddet olayı neticesinde hukuk okumuş, sorgu yargıcı olmuş. Ancak erkeklerin ve şiddetin hakim olduğu meslek hayatında da, özel hayatında olduğu gibi, yeterli tatmini bulmaktan çok uzak. Ne çocukluğundaki davayı sonuçlandırabilmiş, ne şimdilerde istediği davaları alabilir pozisyonda. Depresyon hapları, az yemek, çok iş üçgeninde ömrünü tüketiyor. Ta ki kendisine daimi kur yapan iş arkadaşlarından birinin, Francois Taine’nin eline gelen ilginç bir cinayet vakasıyla karşılaşana kadar. Taine, Jeanne’nın ilgisini üzerinde tutmak adına biraz gayrı resmi de olsa, cinayet davasına kahramanımızı da ortak ediyor.
Bu cinayet kısa süre içinde üçleyip, bir seri cinayet vakasına dönüşüveriyor. Birbirleriyle genç ve biraz kilolu olmaları dışında herhangi bir bağlantıları olmayan kadınların yenerek vahşice öldürüldüğü, katilin cinayet mahalline çizdiği tuhaf işaretler dışında hiçbir iz bırakmadığı seri cinayetler... Olaylarla ilgili çok kritik bir bilgiyi ele geçirdiğini söyleyen Francois Tain’in yakılarak öldürülmesi ile tam o sırada Jeanne’nın karşısına tuhaf bir şekilde çıkan yakışıklı bir psikiyatristin elindeki veriler çakışınca, sorgu yargıcımıza Latin Amerika yolları görünmeye başlıyor. Tarih öncesi insanların vahşi özelliklerini içinde taşıyan, çift karakterli otistik bir katilin peşi sıra, tüm hayatını, işini geride bırakıyor Jeanne Korowa. Bu cinayetlerin ardında yatan sır perdesini kaldırdığında, insanlığın içini dolduran kötülüğün ve vahşetin gizemini çözeceğine inanıyor...
Onu bekleyen, doğmamışların yaşadığı, ölü ruhlar ormanı. Otistik katil Joachim, Jeanne’ı ustaca Arjantin’in derinliklerindeki Campo Alegre’ye, Manes Ormanı’na çekiyor, orada insanlığın ve kendi benliğinin kötülüğüyle yüzleşmeye çağırıyor ısrarla. İyi ama neden?
Grangé bu noktada Nikaragua, Guatemala, Arjantin gibi ülkelerde yaşanan siyasi vahşetlere, devrimlere, karşı devrimlere, diktatörlük rejimlerine, insanlık dramlarına odaklanıyor. Yazarın burada herhangi yaratıcı bir dramatik kurguya hiç ihtiyacı yok zira yakın tarih o kadar vahşi, öylesine üzüntü verici ki, okurun üzerinde şüphesiz iz bırakıyor. Kısa birkaç paragrafla özetlense de bu ülkelerin kaderi ve toplumların yaşadıkları şiddet ister istemez insanın kanını donduruyor, bir parçasıyla da bizlere fena halde tanıdık geliyor... Yazarın sola yatkın, eşitlikçi ve adaletli dünya görüşünün bazı noktalarda içimizi ısıttığını da söylemeden geçmeyeyim.
Anlamını arayan ruhun daimi acısı
Jeanne Korowa’nın ise derdi biraz başka, romanın sonuna doğru zihni daha da berraklaşıyor, bu kovalamacanın kendi özbenliğine ulaşma çabası olduğunun farkına varıyor. “Bununla birlikte kendi iyi hissediyordu. Yorgun. Uyuşuk. Esrik. Her şey ona uzaktaymış gibi geliyordu. Yakınındaki tehlike Joachim’in varlığı. Ormanın gizemi... Bu iç karartıcı konular ruhunu hiç etkilemiyordu. Nereye, neye doğru gittiğini bile bilmiyordu... Emin olduğu tek şey bu yolculuğun onun hayatını değiştirdiğiydi. Ruhunu biçimlendiriyordu. Carl Jung ‘Nevroz, anlamını arayan ruhun acı çekmesidir’ diye yazmıştı. Belki o da ruhunun anlamını keşfediyordu.”
Ne yazık ki, biz okurlar olarak bu keşiften pek de nasibimizi alamıyoruz. Grangé roman boyunca, Jeanne’nın tüm o koşuşturmacaları sırasında, bütün karakter tahlillerinde, hep derinleşecekmiş gibi yaparak, yüzeyde kalmayı başarıyor. Bu durum romanın sürükleyiciliğine hizmet ediyor şüphesiz ama sonuçta elleri bomboş kalan okurun aldatılmışlık hissi baskın çıkıyor, diyebilirim. Joachim’le Jeanne’nı birbirine çeken şeyin ne olduğu da son derece belirsiz kalarak hikayenin ana ekseninin bir türlü oturmamasına yol açıyor.
Ölü Ruhlar Ormanı, gerilim düzeyi ve temposu yüksek, akıcı bir roman, şüphesiz ki ülkemizde de çok okunacak. Benim tavsiyem, bol yeşillikli, heyecan dozu yüksek bir gerilim romanı olarak okunması, yoksa katilin içindeki ormanı arayıp bulan, içimizdeki vahşetin ve kötülüğün kaynağını sorgulayan, modern insana doğal bir çıkış yolu sunan, derinlikli bir hikaye olarak değil...
Yukarıda yazılanlara katılmakla birlikte, ayrıca; antonio freud anlatıldığı gibi joachim'e benzememektedir. Anlatılana göre genetik değişimler gösteren bir varlık, bu bağlamda daha akılcı bir şey düşünülebilirdi. Heyecen, gerilim ve macera düzeyi üst seviyede bulunan kitapta hala bazı soru işaretleri vardır. Palin nerden gelmektedir , ayrıca anlatıldığına göre binlerce metre yükseklikten askerler tarafından denize atılan insanlar, yaralı bir şekilde orman hayatına terkediliyor. Dolayısıyla bu insanlar orman hayatına ayak uydurmak zorunda olduklarından, geriye , yani ilkel çağdaki insanlara benziyorlarmış. Çok saçma! evet hayallerin sınırları yoktur ama işi tadında bırakmakta gerekir. Sonuçta bir kitap yazıyorsunuz ve bunu belki yüzbinlerce insan okuyor. Hikayenin sonunun mutlu sonla bitmesi iyi oluyor. Evet okunmaya değer bir kitap ama insanın kafasında bazı soru işaretleri bırakabiliyor. Bu da kişinin bakış açısına ve eleştirel yönüne göre de farklılık gösterebilir.
Yeni yorum gönder