Dilin insanı kendine büyü gibi çeken o sınırlı, hapishanemsi evreninde kendini gerçekleştirmeyi başarmış, dil içinden kendi diliyle çıkabilmiş bir yazar ister istemez zamanı içinde öncüdür de biraz. Kişisel başarısı, kişisel savaşımı başlı başına bir kutlamaysa da bizi sadece öncülüğü ilgilendirir, ne de olsa kendini ancak kopyalama yoluyla çoğaltan dilin sınırlarına doğru atılmış her adım toplum için müjdedir. Bir meyveyi yerken nasıl ki ait olduğu ağacın da özüyle karışıp bir parça da o ağaçtan oluyorsak, bir metni okurken de yazarının özbenliğine öyle dokunuruz sanki; biraz açlığımızı bastırma gerekliliği, biraz da o ağacın lezzetine, o ağaç olmanın nasıl bir his olduğuna duyulan merak... Sema Kaygusuz, işte tam bu noktada, dilimize müjdelerle, esinlerle gelmiş bir yazar.
Edebiyatı “yeni”ye hapsetmek
Eski kitaplarla uğraşmak bizim eleştiri geleneğimizde artık pek yer almayan bir adet haline geldi. Haftanın ya da ayın “yeni çıkanlar”ının peşine düşmüş, önce ben tanıtayım, ben anlatayım derdinde bir eleştiri anlayışı, yeninin, en taze olanının peşine düşüp, eserin içini dışına çıkarmak, onu gündelik, sığ bir kategorizasyona tabi tutup sonra da yılsonu – yılbaşı değerlendirmeleri dışında sonsuza kadar unutuluşa terk etmekte varlık buluyor. Öyle ki bir yazarın ve eserinin ilgi görebilmesi, konuşulması, değerlendirilmesi için ancak “yeni” olması gerekiyor. Yazar, sık aralıklarla yeni kitaplar üreten bir tür ortam tutsağına dönüştürülüyor ustaca. Eski, yeni üzerinden hatırlanıp yeninin olsa olsa geçmişe dönük katalizörü muamelesi görüyor. Büyük haksızlık; yazara da, eserine de; bu şekilde yönlendirilmeye çalışılan eleştirmene de... Oysa her okur gibi eleştirmen dediğimiz varlığın da bir beğenisi vardır, tesadüfen eline geçen bir kitabı beğendiğinde vakit bulup o yazarın diğer eserlerini de okumak ister söz gelimi; başlı başına yaratıcı bir yazın olarak kabul edilmesi gereken yazılarını ve hayal gücünü beslemek ister... Bizler birkaç ay gerimizde kalan ikinci romanı “Yüzünde Bir Yer”i bile hafiften unutmaya yüz tutmuşken, Sema Kaygusuz’un ilk romanına Fransa’dan verilen bir ödüldü bana tüm bunları düşündürten ve aldığı ödül bir yana yazarın “Yere Düşen Dualar”ına değinmek istemem.
Yere Düşen Dualar, yayımlandığı yıl (çok da eski değil, 2006), eleştirmenlerimizce çok, pek çok beğenilmiş birkaç olumsuz yargı dışında, hep iyi eleştiriler almış bir ilk roman. Yazarın yine çok beğenilen ikinci romanına dair yazılan eleştirilerde adı bile geçmiyordu oysa ki... Kaygusuz’un birinciden ikincisine aldığı yol, daha önce yazdığı öykülerinin romanlarında bıraktığı izler, tıpkı diğer yazarlara da yapıldığı gibi göz ardı ediliyor, yazar öncesiz ve sonrasız sığ bir şimdiye, bugüne terk ediliyordu. Ama “eski” romana verilen “yeni” ödül fırsattır eleştirmen için. Yazarını, eserlerini yeniden gözden geçirmek, gelişimini biraz olsun ayrıntılandırmak için...
Yer üstünden, yer altına: Üzüm ve Altın
Yere Düşen Dualar iki bölümden oluşur: Üzüm ve Altın... Biri yer üstüne diğeri yer altına işaret eden bu iki “şey”, bedenle tabiatın birliğine de, bu birliği karmaşıklaştıran hikayeleştiren ruha da fazlasıyla işaret eder gibidir. Üzüm’de, kendi adalarında yok olmayı bekleyen bir baba kızın öyküsü, Altın’da büyük bir dönüşüm içinde olan anneyle oğlunun öyküsüne dönüşür. Zaman ne kadar homojense de tersine akar bu romanda; Altın’ın Ecmel’iyle oğlu Yaşur, Üzüm’ün Leylan’ı ile Leylan’ın babası Kutsi Karaca’nın geçmişidir çünkü... Leylan, babasının yaşamasızlığında, bir türlü gelmek bilmeyen ölümünde geçmişini, köklerini ararken, Yaşur, gizemli bir amaç peşine düşmüş annesinin ekseninde büyümeye, kendi olmaya çalışırken, bir yandan da bilinmeyen geleceğini oluşturur.
Etkisini üzerinizden kolay kolay atamayacağınız bir dille başlayıp biten bir roman Yere Düşen Dualar. Adaya, kendi benliğinin adasına yazgılı Leylan, geçmişinin peşinde tekrar tekrar yaşıyor doğup büyüdüğü adayı. Adalılar, onun gün be gün babasını öldüreceği anı beklerken o babasını “şaraba yatırma” yöntemiyle iyileştirmeyi kafasına koymuştur bile. Bu amaçla kendi üzümlerini kendi elleriyle işleyerek şaraba dönüştürür. Bir buçuk yıl sonra babasıyla birlikte tattıkları şarap Leylan’ın ta kendisidir. Baba kız şaraba ve geçmişin acılarına batmışlardır artık, yüzleşme başlamıştır. Bu yüzleşmede diliyle, kitaplarla, okumakla, başkalarının hikayeleriyle barışır Leylan ve anlatıcı olmanın gücüyle dile, düşlere, kurguya dair pek çok şey fısıldar okurun kulağına, yazarını ele verir: “Bütün inançların bir kökeni vardır ne de olsa. Her mitsel gerçekliğin ucu bir tanrıya, her tanrı bir kahramana, her kahraman adsız bir insana uzanır. İstese de uyduramaz insan. Bu dünya, yerkabuğunun gerçekliğiyle sınırlı bir hayal yeridir. Kurgulamaya cezalıların cehennemi...” der, ya da “Yaşantı nasıl kendini zamana göre kuruyorsa, zaman da anlatımda yeniden kuruluyordu. Bir gün, o gün, sonra, derken, dün gibi zamansal kalıplar okurkenki ‘şimdi’yi vurgulayarak, adanın ücralarında aradığım ‘hiç zaman’ın olanaksızlığını gösteriyorlardı bana. Hikaye hikaye olabilmek için önce bir zaman dilimine ulaşmalı, o dilimi eksiksizce kaplamalıydı. Üstelik her hikayede iki ayrı benlik taşıyordu zaman. Birinde peş peşe gelen sözcüklerin birbirlerine değdikçe çıkardığı tını, öbüründe hayali bir çağ. Sayfalar çevrildikçe tını ahenkli bir ses oluyor, sesin içinde çağlar, anlar, dakikalar yaşanıyordu.”
Üzüm’ün dili ne denli dişilse, Altın’ın dili o kadar erildir. Ondandır ki, bu ikinci bölümün birinci bölüme göre etkisinin zayıf olduğunun altı çizilmişti. Ancak bir oğlanın büyüyememe, nasıl büyümesi gerektiğini bilememe, annesinden kopamama hikayesini anlatan, anlattıkça dili erile kayan, ağır ağır atan bir nabız gibi bir an masala, bir an fena halde gerçeğe bürünen bir metinle baş başa bırakır bizi Kaygusuz. Çok da iyi yapar. Yaşur’un kulağı babasının kalbinde, tek gözü bir annesine bir adamkadına dönüşen Ecmel’de, yürür durur; kafası karışık, geçtikleri orman kadar yabanıldır. “hızla olgunlaşırken lal yüzün, hala acemi bir keşifçinin kaba öngörüsüyle saplandığın turbalıklarda, bitlerini ayıkladığın harımlarda nehri aramayı sürdür bakalım! Sen mi bulacaksın onu? Her işittiği ve dokunduğundan büyücek anlamlar çıkarıp sanrı mı değil mi kestiremediğin bir çağıltının eşliğinde...”
Kaygusuz’un dili de düşleri de belli ki hem doğayla hem de insanın söze getirdiği tüm hikayelerle barışıktır: Kafasında düşünce taşlarıyla dolaşan eşkina balığından adaya gelen şehirlilerin ekolojik dengeyi nasıl bozduklarına, İsa’nın çilesinden Tevrat’taki Yakup’la Esava’nın hikayesine hafif bir solukta geçiverir.
Yere Düşen Dualar’a Yüzünde Bir Yer’den baktığımızda ise yazarın giderek söze cimrileştiğini ancak o cimrileştikçe sözün kendi içinde çoğalıp zenginleştiğini görüyoruz. Bir de yazarın diline ait o estetize halin Yüzünde Bir Yer’de giderek kaybolduğunu, daha da doğallaştığını...
Sema Kaygusuz, yalnız değil, onun gibi “yeni”lere hapsedilen, üstünkörü, alelacele geçilen pek çok yazarımız var, hepsine bir bir geri dönüp yeniden bakmak dileğiyle!
Yeni yorum gönder