Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Gün geçer, gece gelir yeniden

Tuncer Erdem
Metis Yayınları

Bilge Karasu’yla ilk karşılaştığımda yaklaşık on beş- on altı yaşlarındaydım, Göçmüş Kediler Bahçesi… İlk duygum sonsuz bir şaşkınlık olmuştu. Demek ki demiştim için için, edebiyat böyle bir şeymiş. Sonra diğerleri gelmişti tabii hemen arkasından, ama en çok Gece, illa ki Gece. Karasu’dan içime en çok Gece işlemişti. Hala zaman zaman hatırlatıp durur kendini. Güzel bir günde yaşadığınız bir yaralanma gibi, tatlı tatlı sızlar Gece zihnimde. On beş yaşımın saf sezgisine hak veririm. Demek edebiyat gerçekten de böyle bir şeymiş, derim...

 

 

 

Bizzat kendi saflığımdır tabii burada söz ettiğim. Benim keşfim bir yana,  Gece, Türk edebiyatının tartışmasız en önemli metinlerinden biridir. Yazın alanındaki geleneksel  ölçülere, alışılagelmiş kalıplara, duruşlara, seslere, ne varsa işte orada, hepsine karşı bir duruştur. Bilge Karasu Gece ile yazı,yazar, anlatı, anlatıcı, karakter, öykü gibi tüm yazınsal kavramları değişime uğratmış ve özellikle dilin sınırlarını yitirmesine sebep olmuştur. Tabii bir de günün geceye dönmesine.

 

 

 

 

 

 

 

21 Aralık, evet, bir söz kıyametiydi. Ne çok konuşuldu, alay edildi, korkuldu belki de ya, bir ekinoks olduğu, en uzun geceyi içinde taşıdığı, mevsimin geçtiği, kışın geldiği, günün döndüğü, Temmuz’un yeraltından çıktığı, konuşulmadı.  Bu en uzun gecenin, ne kadar, ama ne kadar da uzun, upuzun olduğu… Günü bile içine aldığı, kara bir kurdele gibi günün içine dolandığı. Konuşulmadı. Fısıldayanlar olmuştur tabii muhakkak. Gece sessizdir, fısıltılı, kara bir ormanın en derin yerinden hep seslenir.

 

 

 

 

 

 

Gece Kitabı da, işte bu fısıltılı gece ormanının içinden çıkıp gelmiş gibi, sanki ilkgençlik sezgilerimin şimdiye vuran ışıklı gölgesi gibi. Tuncer Erdem, Bilge Karasu’nun Gece’sini, kitabın  Ayrımı’nın 31 Bölümü’nü çizmiş. Çukur yerlere dolan gece, sözcüğün içindeki tüm duygusuyla Karasu’nun nasıl diline geldiyse, Erdem’in de kalemine öyle bulaşmış. Söz ve çizim birlik olup kat kat, perde perde üzerimize kapanmış. Gece Kitabı’nın sayfalarında gezindikçe ilk gençlik sezgilerim, bu defa da, büyü böyle bir şeymiş işte, diyor. Saflığına gülüp geçmiyorum ama bu sefer. Onun etkisiyle, hem kulak veriyorum gecenin sözlerine hem de bakışlarım geceye dalıp gidiyor.

 

 

 

 

 

“Gece yavaş yavaş geliyor. İniyor. Çukur yerlere dolmaya başladı bile. Oraları doldurup ovaya yayılmaya başlar başlamaz, her yer boza dönüşecek. Işıklar yanmayacak bir süre. Ne çukurda ne düzde. Tepelerin aydınlığı, bir süre, yeter gibi görünecek herkese. Sonra tepeler de karanlıkta kalacak. Dil bu karanlığın içinde yaşanabilirmiş gibi görünen tek şey olacak. Hiçbir ağırlığın, hiçbir gerçekliğin kalmadığı bu yerde. Karanlığın gerçekliğe benzer tek yanı, konuşulabilmesi olacak. İki kişi arasında. İki duvar arasında.” 

 

 

 

Not: Bir de Mustafa Horasan’ın desenleriyle Leyla Erbil’in Cüce’si var. Onu bir başka yazıya saklıyorum. Çünkü cimriliğimden bu yazıya eklemeye kıyamıyorum.

 

 

 

Ve bir not daha: 2012 yılının romanlarından, öykülerinden, öne çıkanlarından, geride kalanlarından falan mürekkep listelerden yıldım doğrusu. Ama FikriSabit’in ‘yılsonu dökümleri’ gelenekseldir, diye haykıracak olan okurlarıma yine de kıyamıyor, bu yılın dökümünü, 2013’ün ilk haftasına bıraktığımı muştuluyorum. Bir de herkese edebiyatla dolu bir yıl diliyorum.

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.