Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Halt etmişsin!

Efendim edebiyat haberleri üçe ayrılır. 1- Yeni çıkan kitaplarla ilgili olanlar 2- Yazarların ve kitapların aldığı edebiyat ödülleriyle ilgili olanlar 3- Kahvaltı sırasında falan okununca masaya çay püskürtecek kadar türlü acaiplikte olanlar!

 

Evet, bu sabah yine onlardan birisiyle karşılaştım ve nasıl söylesem, kahvaltı sofrasının hali malum. Söz konusu bir dipnottu okuduğum. “Halt etmişsin sen onu…” diye başlayan. Aslına bakarsanız SabitFikir’de “Ötüken Yayınları, Victor Hugo’ya 'ders verdi'” başlığıyla yayımlanan haberin ne yoruma ihtiyacı var ne eleştiriye. Haberin kendisi dersini verip gidiyor ya, yine de okur- yazar bünyesi işte dayanamıyor.

 

Olay şöyle: Ötüken Yayınları Victor Hugo’nun Sefilleri’ni basıyor yeniden. 1907 yılında Avanzade M. Süleyman tarafından Osmanlı Türkçesi’yle çevrilen eseri Erol Kılıç günümüz Türkçesine uyarlıyor. Uyarlamakla da kalmıyor. Türk yayın tarihine geçecek dipnotlara imza atarak, hadi doğrusunu söyleyelim Victor Hugo’ya ve Hugo nezdinde cümle aleme "ayarlar" veriyor.

 

Kabul etmiyoruz!

 

Bakınız Kılıç’ın Hugo’nun lağımları anlattığı bölümde, yazarın burayı doğu alfabesinin şekilsiz ve bir çalı gibi karışık harflerine benzetmesi üzerine kaleme aldığı dipnota: “Halt etmişsin sen! Senin harflerinde estetik bir düzen olsaydı, senin medeniyetinde de hat sanatına benzer bir yazıya dayalı sanat dalı ortaya çıkardı! (E.K.)” Evet, gülmeyi bir kenara bırakıp Kılıç’a öncelikle bir soru sormakla yükümlü hissederim kendimi, her şey bir yana bu yazdığı dipnot falan "estetik düzen taşımayan" Latin harfleri değil midir? Nedir?

 

Burada, bu örnekten yola çıkarak editörlük ne demektir, editör ne yapar, Kılıç bunun neresindedir gibi okuru hafife alan bir yoruma falan girmeyeceğim elbette. Lakin dilin, yazının, siyasetin, kültürün iktidarını ele geçirenlerin, ya da bu iktidara sahip olduğunu zannedenlerin onu kullanma biçimleri üzerine düşünüyorum. Bu nasıl bir hoyratlıktır? Bu nasıl ona verilen görevi çarpıtıp yaptığı işin ahlakına, sorumluluğuna hiç mi hiç sahip olamamaktır? Bu nasıl, dünyayı sadece ve sadece ben ve öteki üzerinden yorumlayıp kendi çarpık "ben" anlayışını herkese ve her şeye vaz etme çabasıdır? Editörlüğü, editörlüğünü yaptığı edebiyat eserini yorumlamak, dipnotlarla uygun bulmadığı görüşleri çürütmek zannedenlerle, devlet hizmetini diktatörlük zannedenler arasında bir parçacık bile olsa fark yok. Üstten bakışlı ve cahilce dipnotları, cüretkar biçimde bir edebiyat eserinin altına sığıştırma çabasıyla, toplumsal görüşlerini topluma dayatma çabası arasında fark yok. Edebiyat klasiklerini, Türk şiirinin en kıymetli örneklerini sansürleyen, velileri muhbirlere çeviren anlayış, yeri geldi mi bu klasiklere haddini de bildiriveriyor kendince.

 

Evet, neler olduğunu, cüretin nereden geldiğini pekala anlıyoruz, ama anlamak kabul etmek anlamına gelmiyor. Kabul etmiyoruz.

 

* Görsel: Burak Dak

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.