Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Her güne beş roman

Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürü Prof. Dr. Onur Bilge Kula, Diyarbakır Kitap Fuarı’nda bir açıklama yapmış: "Türkiye'de her gün 5 roman yayımlanıyor. Bu olağanüstü bir edebiyat üretimidir." *

 



Bu haberin olağanüstü olduğu kesin. Geçtiğimiz yıl bu topraklarda tamı tamına 1851 roman yayımlanmış. Bunu devletimizin de bir noktada fark etmiş olması oldukça hoş. Neden hoş? Devletin fark etmiş olması demek edebiyatçılara ödenek ayrılacak demek de ondan… Buna edebiyatı teşvik programı deniyor. Bakın ne diyor Kula:


“Bu programın yönetmeliği yayımlandı. 2013 yılından itibaren edebiyat kuruluşlarının temsilcilerinden oluşan bir 'değerlendirme ve seçme kurulu' oluşturulacak ve bu kurul başvuruları değerlendirecek. Edebi bakımdan nitelikli bulunan başvurulara ayda 3 bin liradan fazla destek vereceğiz. Dolayısıyla bu edebiyat üretimini kaynaktan destekleyerek, kalıcılığını sağlamaya çalışacağız. Kimisine 3, kimisine 6 ve kimisine ise 1 yıllık destek verilebilir. 1 yıllık destek olursa 37 bin lirayı aşkın destek olmuş olacak. Bu önemli bir miktardır. Yazarlarımızdan Ahmet Ümit, bir programda bu desteğin önemini vurgulayarak, romanlarını yazarken çalışmak zorunda kalmasının roman yazmasına sekte vurduğunu anlatmıştı.”

 

 

 

Yazarken çalışmanın, çalışmak zorunda kalmanın edebiyata sekte vuran bir şey olduğu aşikar. Çoğu edebiyatçı, ya edebiyatla ilgili olmayan işlerde çalışarak zamanını ve yaratıcılığını ziyan ediyor ya da dergicilik, yayıncılık gibi sektörlerde kalarak azın da azı bir parayla geçimini sağlamaya çalışıyor. Edebiyat yoluna atılan adım, ömür boyu para kazanmadan yaşamaya atılmış bir adım demek bizim kültürümüzde, toplumsal şartlarımızda. En azından bundan bir on yıl öncesine kadar böyleydi. Kula, bunca roman yazılmasını topraklarımızın kültürel bereketine yorsa da, kanımca, fena halde yanılıyor. Kitabı metalaştıran, yazarı bir 'çoksatan' kahraman haline getiren yeni algının genç yazarları kendine çektiği biliniyor çünkü. Ortada birkaç insanın çevresinde de olsa büyük paralar dönüyor, yazarlar artık reklam filmlerinde oynayarak hayatları hakkında yalan söylemeye, halkı tüketmeye teşvik etmeye teşne… Burada tartışılması gereken tek şey, her zaman ihtiyaç duyduğumuz gibi, edebiyat, saf edebiyat. Ticari başarı kaygısından azade, tarih ve toplum mühendisliğine soyunmamış, buna soyunanlara, herhangi bir siyasi yönelime alet olmayacak gerçek yaratıcı eserler… Acaba teşvik programı, saf  edebiyatı mı destekleyecek yoksa sözgelimi muhafazakar sanat manifestosunun kriterlerine göre mi hareket edecek. Bu manifestonun yayımlanma tarihi Kula’nın açıklamaları doğrultusunda, sizi de şüpheye düşürmedi mi? Ben her zamanki gibi bütünüyle kuşkudayım…  

 

 

Diğer yandan sinemalara, tiyatrolara, cümle sanatçılara devletin verdiği desteğin tartışıldığı bugünlerde edebiyata teşvik programının gündeme gelmesi de gayet çelişik görünüyor, biliyorum. İşte bu çelişki ki, bizi ister istemez, destek ama neye, kime göre, sorusuna götürüyor. 2013 itibariyle bu sorunun yanıtını hep beraber öğreneceğiz. Merakla bekliyoruz… Bekliyoruz ya yine de çalışmaktan dolayı yazamayan, yazım güçlüğü çeken istisnasız tüm edebiyatçıların bu türden kuşkulara düşmeden, yılmadan, bu teşvik programını takip etmeleri, mümkünse yön vermeleri ve katılmak için başvurmalarının, bir takım şeylerin daha en başında şekillenmesine ve kim bilir olumlu bir şekilde değişmesine yol açacağına dair de bir umut da hep var.  Neden olmasın…

 

 

* (Bknz. Sabit Fikir, 25-05.2012 tarihli “Türkiye’de her gün beş roman yayımlanıyor”, başlıklı haber.)

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.