Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Herta Müller’in kaderi

Herta Müller
Telos Yayıncılık

Bazı yazarların kaderleri böyle, ne yapsalar, ne kadar ödül alsalar –buna Nobel Edebiyat Ödülü de dahil- olmuyor, hayat ve özellikle edebiyat camiası onları anlaşılmaz bir şekilde pas geçiyor. Bu yılın Nobel Edebiyat ödülünü alan Romanya doğumlu Herta Müller de işte bu türden bir kadere sahip... Öncelikle her yıl Nobel’in klasik tartışmaları onun üzerinden de yaşandı elbette. Ödül her zamanki gibi siyasi nedenlerle verilmişti. Yoksa onun gibi tanınmamış bir yazara verilmesinin başka ne gibi bir amacı olacaktı. Ancak tartışma çok da uzun sürmedi, eğer sürseydi, reklamın iyisi kötüsü olmaz, Müller belki daha tanınan bir yazar haline gelecekti... Ülkemizdeki durum da çok farklı olmadı, iki kitabı Türkçeye çevrilmiş yazarı, açıkçası kimse tanımıyordu ya ödül aldıktan sonra da tanımaya niyetlenen pek olmadı. Hemen her yerde yazarın kısa özgeçmişi, Nobel’in veriliş cümlesi yazıldı ve çarçabuk unutuldu. Öyle ki Radikal Kitap’ta yayımlanan haberde Müller’in sadece ülkemizde değil dünyada da pek tanınmadığı ifade ediliyor, haber bir nevi pek de okumaya değmez sonucuna varılmış hissi uyandırıyordu. Ancak Nobel, yazarın genç yaşına karşın aldığı altıncı edebiyat ödülü, üstelik kitapları özellikle pek çok Avrupa diline çevrilmiş. Dediğim gibi Müller’in kaderi böyle. Herkesin mutsuz olduğu bir düzende, bir zamanlar mutluluğu vadeden bir şarkının kocaman bir yalan olduğunu yazdığı içindir belki de. Ya da, o şarkıyı artık kimse hatırlamak istemediği içindir, kim bilir...

Özdemir İnce’nin çabalarıyla Türkçeye kazandırılan ve son on yıldır depolarda bekleyen iki Herta Müller romanı var elimizde: “Yürekteki Hayvan” ve “Tilki Daha O Zaman Avcıydı”. Her ikisi de Çavuşesku döneminin Romanyası’nda geçiyor ve sistemi derinden, şiirli, dokunaklı, bir o kadar da sivri bir dille eleştiriyor. Her iki romanın atmosferini başlı başına eleştiriye, koskocaman bir yaraya dönüştürmeyi başarmış yazar. Diktatörlüğün insana, hayvana, toprağa, evlere, demiryollarına, okullara, parklara, mezbahalara, yurtlara hatta bahçelerdeki otlara dek sirayet eden, özümsenen yapısından, kokusundan ve korkusundan bir kahraman yaratmış. Büyüsü de sanırım öncelikle buradan geliyor.        

“Her birimizin arkadaşı birer parça buluttu/Korku dolu bir dünyada arkadaşlar böyle işte” diyen bir halk şarkısıyla başlıyor “Yürekteki Hayvan”. Köyün yaşlıları yaptıkları kocaman kavalları üfleyince, kuşlar şaşırıp sulara yansıyan bulutları gökyüzünde sanarak onlara doğru uçup boğuluyorlar. Köyün yaşlıları diktatördür bu hikayede, kuşlar dikta rejiminde yaşayan halk ve dostları ise güvenip güvenemeyeceklerinden emin olamadıkları kaypak bulutlar. Çünkü rejim, korkuyu yüreklere çatıp dostları birbirine düşman etmekte uzman. Yürekteki hayvanı ele geçirmekte de öyle... “Yürekteki Hayvan” buna benzer pek çok iç yakıcı metaforla dolu. Mesela babalar, yahut toplumsal rol sahibi bütün erkekler... Kahramanımızın babası da bir tür diktatör, annelerse “yok”lar, sadece hastalıklarıyla var oluyorlar, evin içindeki diktatörün hasta ettiği olmayan kadınlar, çocuklarını kurtulamadıkları bir bela gibi seven, akılları sevgiye tutsak anneler, anne olmak istemeyen anneler... Ya da olmayan kentler, çünkü diktatörlükle yönetilen, gözaltında olan her şey çok ama çok küçük. Ve söylenebilen ancak yazılamayan cümleler; bu yazılamayan cümlelere benzeyen, intiharla biten hayatlar...

Fakat yanlış anlaşılmasın, o kadar da karanlık değil Müller’in yarattığı atmosfer. Dokunaklı, iç burkutucu belki ama yazarın dili öylesine şiirli ve umutlu ki, okurunu çıkmazlara sürüklemiyor hiçbir zaman. Dili öylesine sade ve bir o kadar derinlikli... Bu karanlık, bu “sustukça itici, konuştukça gülünç” olunan son derece klostrofobik ortamda yaşamayı, onu yazmayı ve yazdıklarını bizleri sıkmadan okutmayı sonsuz bir yabancılaşma kurarak veriyor. Bu yabancılılığı ise dil üzerinden yapıyor Müller. Romanın kahramanı annesini bile sahiplenmiyor, “annem” demiyor hiç. Annesi ile babasına otlar ve ağaçlar kadar yakın diktatöre ölüm kadar uzak. Aşk ise otlar gibi biçilse de yeniden filizlenebilir bu hikayede, dostluğun nefrete dönüşme biçiminde yürekteki hayvanın ihtiyaç duyduğu boşalma duygusu vardır...

Ödüller bahanemiz olsun, 2009’u doldurmadan Müller’i tanımakta fayda var. Edebiyatın o dualar kadar karanlık zarif yüzüne dokunabilmek açısından...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.