Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

İhanetle buz kesmiş, entrikalarla kavrulmuş bir dünyanın gündemi

Bu haftanın gündemi bir hayli karışık, İstanbul Kitap Fuarı oldu mu zaten hep böyle olur, fuar tam olarak gündeme oturmaz, biraz kaynar, okur kitap ayraçlarına takılır, kitaplara pek ulaşamaz… Neyse… Fuar, savaş, oralardan yükselen edebi, protest sesler var gündemde. Ya da belki benim kulaklarım en azından bugün sadece bu tür seslere açık, bu tür sesleri ruhumun ve zihnimin gündemine taşıyor.

 

 

 

 

Sennur Sezer’le başlayalım: Yazar, Evrensel için kaleme aldığı fuar yazısında, kitap eklerinin asıl işlevinin kitapların gözden kaçmasını önlemek olduğunu söylemiş. Ve kanımca bu tartışmaya son noktayı koymuş. Sennur Hanım’ın zarafetini, Sennur Hanım’ın birikimini kim yabana atabilir, yiğidin hakkını yiğide vermiş aslında kibarca, kitap eklerinden nihayetinde çok şeyler beklememiz gerektiğini, söylemiş sanki. Kitap ekleri bugün artık eleştirinin çölüdür de demiş mi, yok dememiş, onu ben diyorum.

 

 

 

 

Eleştirel tavrın dozunu arttırarak gidelim. Ken Loach, Torino Film Festival’inin onur ödülünü almamış, reddetmiş. Gerekçesi ise festivali düzenleyen Ulusal Sinema Müzesi’nde işçilerin taşeron şirket aracılığıyla çalıştırılmasını ve güvencesiz-düşük ücretle çalışmaya direnen işçilerin işten çıkartılmasını görmezden gelemeyeceği. İşçi filmlerinin ustası kurguda ve hayatta ayrımları ortadan kaldırıyor, -miş gibi yapmakla -miş gibi yapmamak arasında düz sabit bir noktada direniyor. Herkesin koşuşup durduğu, değiştiği, devindiği bir dünyada 'durmak' bazen en cesur, en zor ve en alkışa değer eylem oluveriyor.

 

 

 

 

Miş gibi yapmamak, durmak ve direnmek deyince Filistinli şair Rafeef Ziadah çıkageliyor hemen yanı başıma. “Bugün bedenim TV'de yayımlanmış bir katliam… Demeçlere ve kelimelerin sınırlarına sığmak zorunda olan… Biz çocuklarımıza hayatı öğretiyoruz, bayım.” Ziadah, Gazze’ye bombalar düşerken yazmış bu şiiri, (zamanı fark eder mi, oraya bombalar hep düşüyor), "Çocuklarınıza nefret etmeyi öğretmekten vazgeçerseniz, her şeyin düzeleceğini düşünmüyor musunuz?" diye soran bir gazeteciye yazmış, tüm dünyaya, tüm insanlığa haykırmış. Senesi dolmuş bu haykırışın belki ama bugüne daha da, daha da beter değiyor.  “Onlar son gökyüzünü de işgal ettikten sonra, hayatı öğretiyoruz. Biz hayatı öğretiyoruz bayım, onlar yerleşimler ve ırkçılık duvarları inşa ettikten sonra, son gökyüzünden sonra. Biz hayatı öğretiyoruz.”  Şairin sözü, edebiyatın gücü, şiirin dili gerçeklerden daha mı yıkıcı geliyor bize, Gazze’ye düşen bombalardan daha mı yakıcı? Yoksa, dil gerçeğe, dil ruha değdiği an, işte sadece o an edebiyata dönüşüyor ve her şeyi daha da mı keskinleştiriyor?

 

 

 

 

 

Gündem yoğun mu, ağır mı artık karar veremiyorum, kelime oyunları sadece iktidarların oyunlarına mı hizmet ediyor diye soruyorum kendi kendime… Ve nihayetinde George R.R.Martin okumaya devam ediyorum. Hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı, ihanetlerle buz kesen, entrikalarla kavrulan o 'fantastik' diyarda dolaşmaya devam ediyorum. Buz ve Ateş’in Şarkısı’nın üçüncü ve dördüncü ciltlerinde yazarın niyeti iyiden iyiye ortaya çıkıyor: "Herkes kendi hayatının kahramanıdır ve kimse bir hikayenin gerçek kahramanı değildir," diyor bize Martin. Kargalar ziyafet çekiyor, 'Kargaların Ziyafeti'nden ben de sebepleniyorum.

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.