Ne kadar şaşırmıştım ben Melih Cevdet Anday'ın Raziye'sini okuduğumda... Şaşırmıştım çünkü söz konusu Melih Cevdet Anday gibi büyük bir edebiyatçı olsa da, evvela bir şairin böylesine harika bir roman yazmasını beklemiyordum açıkçası. Beni şaşırtan diğer şey ise bu kadar güçlü bir romanın böylesine gölgede kalması, edebiyat tarihimiz içinde hani neredeyse, es geçilmesiydi. Sadece Raziye mi peki? Melih Cevdet'in diğer romanları da başdöndürücüydü. O gün bugündür Melih Cevdet'in romanlarına sık sık dönmekte, karşıma çıkan herkese de bu romanları anlata anlata bitirememekteyim. Geçtiğimiz günlerde Feridun Andaç'ın edebiyat haber'de yayımlanan "Yazılamayan roman" başlıklı yazını okuduğumda da aklıma hemen Anday ve romanları düştü. Zira Andaç öykü ve roman türünün ayrımı üzerine düşüncelerini aktardığı bu yazısında kişisel bir sav koyuyordu ortaya: "İyi roman yazarlarından iyi öykücü çıkmaz. İyi öykücü de asla romana soyunmaz." Andaç bu keskin savının devamında edebiyat tarihinin onu haksız çıkaran nice örneklerle dolu olduğunu da belirtiyor ama bir eleştirmen olarak düşüncesinin de altını çiziyordu. Kısacası son derece keskin bir tür ayrımı yapıyordu. Amacım Andaç'ın görüşlerini doğrulamak ya da çürütmek değil. Ama öykü ve roman üzerine bu türden tartışmaları devam ettirmek.
Roland Barthes Romanın Hazırlanışı'nda, roman türü için "Roman artık yavaş yavaş Mutlak Roman, Romantik Roman, Poikilos Roman, Eğilim Olarak Yazmak'ın Romanı olarak anlaşılmalıdır. Bir başka deyişle her çeşit yapıt anlamında kabul edilmelidir," der. Barthes tür ayrımını ortadan kaldırıp dikkatlerimizi "metin"e ve "yazma arzusu"na çeker. Feridun Andaç çok yerinde bir gözlem yaparak diyor ki, kimi yazarlar öyküyü romana geçiş türü olarak görüyorlar. Bu öykü türünü küçümseyip roman türünü de yüceleştiren yaklaşım kuşkusuz rahatsız edici. Ama dert sadece burada bitmiyor, roman olarak elimize aldığımız, bize roman olarak sunulan pek çok kitabın uzun öykü, menkıbe ya da şiirsel düzyazı olduğunu görüyoruz. Bu beni kişisel olarak rahatsız etmiyor, ille de roman olsun demiyorum. Ama ortada sorunlu bir roman algısı ve roman hayranlığı olduğunu hissediyorum. Öncelikli olarak Barthes'a hak veriyorum, kısa bir gelecekte edebiyatta giderek her çeşit yapıtın roman olacağını, romanlaşacağını hatta bunun şimdiden başladığını düşünüyorum. Diğer yandan romanı tür olarak tanımlayıp koyduğumuz yerin yanlış bir yer olduğunu, aksi taktirde türlerin bu kadar birbirine geçemeyeceğini, türler arası sınırların gün geçtikçe daha muğlak hale gelmeyeceğini zannediyorum.
Nedir peki o sorunlu yer? Joseph Campbell'e göre çağdaş edebiyat büyük ölçüde çevremizde ve içimizde gezinen hastalıklı ve umutsuz durumların cesur ve tam bilgili gözlemine adanmıştır. Çağdaş romans, günü yaşamak demek olan parçalanmanın sırrını kutlar. Bu anlamda, mutlu son dediğimiz şey, haklı olarak aşağılanır. Çünkü çok iyi biliriz ki dünya bize tek bir son sunmaktadır: Ölüm! Çözülme, parçalanma ve sevdiğimiz bütün biçimlerin kaybı... Hal böyleyken hayatın içinden geçen aynaya bakmaya, romana gücümüz ne kadar yeter? Bu durumu yumuşatacak bir şeylere şiddetle ihtiyacımız vardır. Ve roman yavaş yavaş alaşağı edilir, içine öykü, şiir, deneme, anlatı sızar. Roman ele geçirilir. Yani roman türleri yutan, yüceltilen, ululaştırılan bir tür gibi görünmesinin aksine giderek silikleşen, kelime anlamıyla tanımını yitiren bir "şey" haline gelir. Bir yazma arzusu kalır elimizde ve roman giderek, romanı yazılacak hale gelir!
"Dev roman"ı beklerken...
Kısacası edebiyatın yolu çoktan değişti ama "artık olmayan" türleri, kitap piyasası belirlemekte, ayrımların altını ısrarla çizmekte ve romanı onur konuğu olarak pazarlamakta. Hal böyle olunca kimi yazarlar piyasa baskısıyla öyküyü bir geçiş türü olarak görüp, romana ısınma turu olarak kullanma eğiliminde. Bu piyasanın sorunu, edebiyatın değil. Piyasayı edebiyatın içinden çekip almak mümkün mü peki? Görünen o ki, değil. İş edebiyatçının kendisini kollaması, tuzaklara düşmemesine gelip dayanıyor; her şeyden evvel içini kollamasına yani.
Son olarak yine Barthes'a ve Andaç'a dönmek istiyorum. Andaç'ın öykü ve romanı keskin biçimde ayırmasına tam olarak katılmıyorum belki ama yazılamayan roman diyor Andaç, çok doğru söylüyor. Barthes gibi sanırım o da "piyasa için üretimden doğmuş bireyci toplumdaki gündelik yaşamın yazınsal düzleme aktarılması olarak roman"ı kabul etmiyor. "Okumanın sonrasının, öncekinden farklı olması", beklentisi içinde. Yoksa haksız mı her ikisi de, çok mu üstten bakışçılar, elitistler? Üzerinde uzun uzun düşünmeye değer, bence.
* Görsel: Geray Gençer
Raziye romanının büyük bir roman olması dışında yazınıza genel olarak katıldım. Raziye romanı karakterlerin konuşmalarında geçen toplumsalcı-bireyselci tartışmaları, bir kasabadaki bağnazlık - ilericilik halleri sebebiyle sanırım büyük addedilmiş, oysa ki o konular bile derinlikle ve romanın kurgusuna yedirilerek verilmemişti bana kalırsa.
Konuya gelecek olursam, ille de roman olmasın, hatta öyküler daha çok olsun. Ama öyküler de öykü gibi olsun. İnsan birilerinin anı defterini, günlüğünü okumak istemiyor açıkçası allanıp pullanılan bir öykü kitabını aldığında. Yahut bir roman, olanı olduğu gibi anlatmasın, yazar bir şeyler de kursun, bunun için şiirden besleniyorsa beslensin hatta görsel malzeme kullanıyorsa kullansın amma o iş hakkıyla yapsın. Yani çok satsın diye biraz Alevi-sunni tartışmaları, biraz eşcinsel aşk, biraz kürt sorunu katıp formül kitaplar yazılmasın, yani keşke, yani bir dilek.
Onun dışında öykücülerin roman yazması bana kalırsa edebiyat sevdasından değil de daha görünür olmakla ilgili. Ne de olsa kitaba para vermek bizim için zor bir şey, hele "incecik" öykü kitaplarına para vermek iyice zorken bir öykücünün öykü kitabıyla popüler olması pek mümkün olmuyor. Onun için ille de roman olsun diyorlar bana kalırsa. Yoksa öyküye gönül verenler için asıl sorun bir sonraki dosyam nasıl bir öncekinden farklı olur gibi bir şey sanırım. Yani bence.
Yeni yorum gönder