Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

İmparatorluk kültüründen moderniteye: İngilizlerin karanlık mirası

"Dünyamız tıpkı nörotik bir insan gibi dağıtmış durumdadır."...  İnsanlığın yetiştirdiği gelmiş geçmiş en büyük hekimlerden biri ve 20.yy’ın belki de en önemli düşünürü Carl Gustav Jung, Bilinçdışına Giriş’te İnsanın Ruhu başlığı altında işte böyle der. “Bir an için insanlığı tek bir birey olarak düşünürsek, onun da tıpkı bireyler gibi bilinçdışı güçlerden etkilendiğini görürüz. İnsan ırkı da belli sorunları ayrı çekmecelerde saklı tutar gibidir. İşte tam bu yüzden ne yaptığımızı çok iyi düşünmeliyiz; çünkü hepimiz kendi yarattığımız ölümcül tehlikelerin tehdidi altındayız.” Tabii Jung’un burada söz ettiği daha çok 20.yy’ın halidir. Ancak her okur bu tespitin şimdi ve muhtemel yakın geleceği kapsadığı kadar geçmişi de içine aldığını bilir. Tek tek bireyler gibi, toplumları da geçmişlerinin var ettiğini… Bütün bunları Niall Ferguson’un “İmparatorluk” adlı çalışmasını okurken anımsadım. Daha doğrusu Ferguson’un yazdığı her kelimeyle kanımı dondurduğunu fark ederken.    

 

“İmparatorluk”, “Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi” altbaşlığından da anlaşılabileceği gibi İngiliz İmparatorluğu’nun modernitenin temellerini atması bağlamında, tarihsel açıdan incelendiği bir çalışma. Yanlış bir çıkış noktası mı? Asla değil. Zira, “tarihte hiçbir düzenin 19.yüzyılda ve 20.yüzyıl başlarında Britanya İmparatorluğu’nun başardığı ölçüde malların, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımını ileriye götürmediği ortadadır”, görüşüne kim karşı çıkabilir ki. Ancak, bu tespit içine ister istemez sinmiş hayranlığı ve söz konusu tespitin sonuçlarına dair onaylamayı sezmemek mümkün değil. Moderniteyle cebelleşen günümüz insanının hali ortadayken böyle bir doğrulamayı onaylamak ise hiç mümkün değil. 

 

Sözün kısası “İmparatorluk” bu minvalde ilerleyen bir tarih okuması. Niall Ferguson’un çıkarımları son derece tartışmalı, ancak ilerlediği yol, tarih okumalarında bugün artık iyiden iyiye kabuledegeldiğimiz bir teknik üzerine kurulu. Ferguson, Britanya İmparatorluğu’nu savaşlar ve siyaset ekseninde değil sermaye akışı ve ticaret açısından ele alıyor. Buradan da kişisel tarih kayıtlarına ve kültürel oluşumlara kayıyor. Sonuç, bu anlamda büyüleyici, ortalama bir tarih okurunun soluk almadan sayfalarında gezineceği bir tarih kitabı. 

 

Yazarın, İmparatorluğu sermaye ve ticaret ekseninde incelemesinin temel sebebi, Britanya İmparatorluğu’nun öncelikle bir ekonomik olgu olarak başlaması, gelişimine ticaretin ve tüketiciliğin güç vermesi. Buna göre İmparatorluğun ortaya çıkmasındaki temel etken ne Protestan ahlakı ne de İngiliz bireyciliğinin baskınlığıdır; İmparatorluk, İngilizlerin tatlıya düşkünlüklerinden doğmuştur! Bu milletin olağanüstü şeker tüketimi, devamında gelişen ve Avrupa’daki herkesten fazla olan, ithal mallara düşkünlüğü onu sömürüye, kolonileşmeye, köle ticaretine yöneltmiştir. Doymak bilmeyen insanlar, üzerinde güneş batmayan devleti var etmişlerdir. İmparatorluk Ferguson’un deyişiyle işe önce altın çalmakla başlamış, şekerkamışı ekimiyle de gelişmiştir. Hadi canım, diyenlere Ferguson’un verdiği rakamların çok ama çok çarpıcı ve gerçekçi olduğunu söyleyebilirim. 

 

Bütün bunlara ince İngiliz siyasetinin giderek yerleşmesi de eklenince ortaya nerdeyse sadece birkaç bin adamla dünyayı yöneten bir yapı çıkar. Kipling’in “Kral Olacak Adam” hikayesindeki rezil imparatorluk kurucularının öncüsünün dediği gibi: “Biz… bir adamın kalabalıklarla uğraşmadığı ve kendisine yakışan yere gelebileceği başka bazı yerlere gideceğiz;… kavganın olduğu her yerde, insanlara dövüşün nasıl öğretileceğini bilen bir adam her zaman Kral olabilir. İşte öyle yerlere gideceğiz ve karşımıza çıkan krala şunu diyeceğiz – “Düşmanlarını yok etmek istiyor musun?” Ve de ona insanlara dövüşün nasıl öğretileceğini göstereceğiz; çünkü bunu her şeyden daha iyi biliriz. Ardından o Kralı devireceğiz ve tahtı ele geçirip bir Hanedan kuracağız.”

 

Dünyanın İngiliz ve ardından Amerikan İmparatorluğunun sömürdüğü tüm ezilen halkları adına nasıl oyuna getirildiğimizi, nerede yanlış yaptığımızı ve nerede zamanın talihsizliklerine uğradığımızı kavrayabilmemiz açısından “İmparatorluk”un çok önemli bir çalışma olduğunu söyleyebilirim. Ama başta da dediğim gibi Ferguson’un temelinde kendi atalarının kurduğu kanlı ve riyakar medeniyete hayranlıkla bakan tarafını görmezden gelebilmek, yahut anlayışla karşılayabilmek şartıyla. Ve bir de bütün bunları milliyetçi bir düzlemden ötede, insanlığın ortak bilinci ve bilinçdışı yönelimleri ekseninde değerlendirebilmek çabasıyla…

 

Jung’la başladım, bu noktada yine Jung’la bitirmek isterim: “Kendi gölgemizi ve onun kötülüklerini tanımaya gerçekten ciddi olarak çalışmak çok akıllıca olurdu. Eğer gölgemizi, yani varlığımızın karanlık yanını görebilirsek her türlü ahlaki ve ruhsal ayartmaya karşı bağışık hale gelebilirdik.”

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.