Geçen hafta, yeni edebiyatın doğumunu beklerken yaşadığımız sıkıntıların kaynaklarından, "çok roman-az edebiyat"ın sebeplerinden birine, edebiyatın dişil yüzündeki sorunlara değinmiştim. Bu hafta da, yazarları bir mıknatıs gibi kendine çeken, bu çekim sırasında da tuzağına düşüren “çok satma”, “çok satan yazar” olma arzusuna, ve toplumun genel eğilimlerinden hareketle ortaya çıkan “roman” türüne değinmeye çalışacağım.
Bunca roman yazılmasının pek çok sebebi, ciddi bir kültürel altyapısı var elbette. Tüm edebi kaygılar bir yana, çok satmak, çok tanınmak ve çok para kazanmanın da yazarlar ve yazar adayları için itici bir güç olduğunu hiçbirimiz yadsıyamayız. Yaşamımızın her anını kaplayan, kapsayan popüler kültür elbette yayın dünyasını da, eli kalem tutanların pek çoğunun da içini sarmıştır nicedir. Popüler kültür ürünü dediğimiz şeyi azımsamamakta fayda var. Öncelikle popüler olmayan, bu tür bir kaygı içermeyen çalışmalara bir köşede de olsa alan açması bakımından... İkincil olarak da “ben yaptım, oldu” denilemeyecek türden yaratımlara ihtiyaç duymasından. Hepimiz pekala biliyoruz ki bir ürünün çok satması, çok tanınması için bazı çerçeveler, güncel eğilimler üzerine kurulması gerekir. Yani, bir yazar ya da yazar adayı bir roman yazmak üzere harekete geçtiğinde eğer kafasındaki net değişken çoksatar bir kitap yazmaksa, elbette buna göre hareket edecek, üretimini bu amaç doğrultusunda yönlendirecektir. (Bu şekilde hareket etmese de üne ve paraya kavuşan yazarlar da var elbette, mutlu azınlık mı demeliyiz onlara?)
21. yüzyılın iki büyük toplumsal eğilimi var, mistisizme kayan yeni bir din arayışı ve yeni bir bilim inanışı. Modernizm sürecinin insan aklına bilim yoluyla yol gösteren ancak ruhuna ışık veremeyen kültürel yüzü gönüllerde öylesine büyük karadelikler açtı ki, nicedir insan bu açıdan kendisini doyuracak bir kaynak, ayakta durmasını sağlayacak bir dayanak aramaya başladı. Ancak bilim ve akıl yoluyla hanidir ipliği pazara çıkarılmış, didik edilmiş içerikleri ile ve günün şartlarına yanıt vermeyen toplumsal yönleriyle semavi dinlerin aranan bu dayanak olamayacağı da aşikardı. Fakat, kolektif bilinçdışı dediğimiz şey yoktan var edemez, ancak hafızada bir zamanlar kazılı olanları tekrar tekrar karşımıza çıkarır. Bundandır ki dinin de kendi içinde çatışmalı olan alanına kayıp toplumsal yaşayışa dair önerileri değil, onun mistik, uhrevi yönüne ilgili bir eğilime ortak olmaya başladık hep beraber. Bu eğilim tek bir dine yönelik değildi, her dinin mistik yüzünde bizlere anlatılan ortak bir hikaye olduğunu keşfettik. Kimileri lego dinler diyor onlara. Her dinden bir parça alıp kendimize göre yorumlayıp eski dinlerden yeni bir din yaratmaya çalışıyoruz şimdilerde. Bir de aranan bu yeni dini bütünleyecek yeni bilim. Öyle ki birbirlerini aynı anda kapsayıp doğrulayıp devam ettirecekler. Şeri hükümlerden bağımsızlaştırdığımız dinin gündelik hayata hitap eden yüzü olabilecek bir bilim... İnsanlığın bu son büyük ütopyasını öncelikle edebiyat ve sinema aracılığıyla arıyoruz... Önce hikaye yazılıyor, bir gün içinde yaşamak umuduyla...
Fantezi bir dinler tarihine eklemlenen gizemli kuantum fiziği, ritmi yüksek bir kurguyla verilirse eğer, onu okumayacak kişi yok dünya yüzünde. Dan Brown’un “Da Vinci Şifresi” türün ilk örneği değildi elbette ama doruk noktası olduğu kesin. Ki arkası çorap söküğü gibi geldi, hem gelmese ne olur o kadar çok kişi okudu ki bu kitabı ver ardından gelen tüm Dan Brown kitaplarını, etkisi kaçınılmaz oldu. Hangi kültüre sahip olursak olalım, kendi kayıp tarihimize sahip çıkar gibi benimsedik bize anlatılanları... Görünmeyenin ardındakini gösterdiğini iddia eden birilerine karşı duyarsız olamazdık. Üstelik tam bu noktada kurguyla gerçeklik arasındaki yanılsamalı sınır kalkıyordu birden bire. Romanlar gerçekmiş gibi, araştırma kitapları ise masalmış gibi geliyordu sanki. Aksi takdirde Dan Brown’un kitaplarını böylesine didik didik edişimizin, Adam Fawer’ın “Olasılıksız”ının bunca sevilmesinin başka ne sebebi olabilirdi? Edebiyata paralel olarak ardı ardına yayımlanan ve elbette çok çok okunan tarihi ve siyasi komplo teorileri ortak kanaatlerimizi bütünlüyorlardı. Ortada fena halde yanlış giden bir şeyler varken, bugünü ayakta tutabilmek için kısa yoldan bulabileceğimiz cevaplara ihtiyacımız vardı besbelli.
Bu eğilimlerin ülkemiz edebiyatına da yansımaları yüksek derecede oldu. Geride bıraktığımız yıl Serdar Özkan “Kayıp Gül”le, İhsan Kaplan “Milat”la, Elif Şafak “Aşk”la katıldılar bu kervana. Referanslarını batıdan, batı beğenisinden alan kitaplardı bunlar, yani onları bizim haricimizde başkaları da okuyor ve çok çok beğeniyorlardı. Öyleyse hepsi okumaya değerdi. Üstelik, tarihse en karmaşık olanı, dinse en mistiği bu topraklar üzerinde değil miydi? Bilimsel bir geri kalmışlığımız vardı evet, ama yazarların yetenekleri bu eksikliği kapatmaya yetiyordu.
Hep beraber yeniden bir ortak masal yazmaya, yaratmaya çalışıyoruz belli ki, içinde gereğinden fazla sıkıldığımız ve git gide aidiyet duygumuzu yitirdiğimiz toplumsal hayatımızı da, temelde gerçek ihtiyaçlarımıza cevap vermeyen bilimi de bu masala ortak etmeye çalışıyoruz... Edebiyat bu masalın olmazsa olmazı elbette, ancak toplumsal eğilimlere cevap vermek, sadece ondan bekleneni yapmaktan başka yetileri de var bu yaratım türünün. Yüzeyden derine inebilmek, insan ruhunun en derinlerindeki karanlığı da, ışığı da dile getirmek onun en büyülü özelliği. Yeter ki bir nebze de olsa çok okunmak ve çok satmak tutkusundan azade kalabilsin...
Yeni yorum gönder