Dostoyevski dramatik bir şekilde sormuştu: Tanrı öldüyse insanın hali ne olacak? Tanrısız bir insan gerçekten var olabilir mi? Nietzche’nin cevabı ise oldukça açıktı: Tanrı ölmeli ve insan aşılmalı. Bizler ise Descartes, Kant, Hegel ve Comte’dan sonra durup şöyle düşünürüz: Tanrı öldü, öyleyse insan da öldü demektir. Fransız felsefeci Alain Badiou da, tam bu noktada “İnsan, sonuncu insan, ölmüş insan, üst-insan lehine aşılması gerekendir”, diyerek çelişkiyi bertaraf eder. Üst-insan basit anlamıyla tanrısız insandır, tanrısalla her türlü ilişki dışında düşünülebilir olan insandır. Karar verilemez olana karar verir ve böylelikle hümanist yüklemi kırar. “Hümanist yüklemi kırma”nın burada altı çizmem gerekir. Zira Badiou, 20. yüzyılın kültürel, politik ve felsefi anlamda sınırlarını kurcaladığı çalışması “Yüzyıl”da, radikal hümanizma ve radikal anti-hümanizma arasındaki karar verilemez durumlara odaklanır, tanrı ve insan meselesi ekseninde. Yüzyılın sınırlarını tam da bu mesele etrafında çeker. Çağdaş demokrasilerin gezegene dayatmaya çalıştıkları şeyin hayvani bir hümanizm olduğunu söyler. “İnsan burada yalnızca merhamete layık olarak vardır. İnsan acınası bir hayvandır.” Badiou’nun amacı hemen her felsefecinin amacıyla aynıdır aslında: Sınırları çekmek ve sonra da onları aşmak.
“Tanrıların boş bıraktığı yerin imkansız ve zorunlu olarak işgali motifi”ni radikal hümanizme bağlarken Badiou, “işgal” kelimesi kuşkusuz kafamızı kurcalar. Malum, ne de olsa işgal günlerinde yaşamaya başladık artık. Amerika’da, Avrupa’nın çeşitli yerlerinde ve hatta İstanbul’da başlayan kapitalizme karşı ayaklanma-işgal hareketleri üzerine düşünürken, olan bitenin toplumsal ve felsefi analizini yapan, hatta zaman zaman buna dair kehanette bulunabilen felsefecilerden, onların çalışmalarından alamıyoruz başımızı. Badiou, yeni yüzyılın sınırında bizi kuşatan “hayvan hümanizmine” karşı mücadele etmenizi salık vermekte. Slavoj Zizek de ona paralel bir şekilde ölümcül bir hastalıkla karşı karşıya olduğunu belirttiği kapitalizmin çöküşünün kötü bir son değil yeni bir başlangıç imkanı olarak düşünülmesi gerektiğin söylemekte. Bu konularda, hadi açık açık söyleyelim, daha gaza getirici bir isim olan David Harvey ise felsefi ve toplumsal olarak temellendirdiği bir kehaneti hikayeleştirmektedir “Umut Mekanları” adlı çalışmasında. Öyle ki, altına ve paraya yüz vermeyen bir altın çağın mutlaka geleceğini müjdelediği çalışmasının sonunda yer alan ütopyasında kapitalizm 2012’de başlayan işgal hareketleriyle çökmeye başlıyor. 2004 yılında yazılan bu ütopyaya göre dünya ahvali olarak bir yıl önceden geliyoruz gibi görünüyor. Peki, bir kez de şöyle soralım, gerçekten de tanrının boş bıraktığı yeri imkansız ama zorunlu bir şekilde işgal etmeye başlamış olabilir miyiz gerçekten? Dikkatli okurum, teorik işgali, pratik işgalle karıştırdığımı fark edecektir. Neyse ki kişisel umutlardan ve muhtelif saptırmalardan mustarip olduğum da bilinir.
David Harvey, 12 Kasım’da Uluslararası Dayanışma Günü’nde, İşgal Londra Hareketi’nde bir konuşma yaptı. Dünyaya yayılmaya başlayan bu hareketin son elli yılın en önemli olayı olduğunu söyledi. Kapitalizmin çökmesi için şehirlerdeki hayatın ve dolayısıyla sermayenin akışının durması gerektiğini, dünyayı bu noktaya getiren şeyin sadece para değil, politik güç eşitsizliğinden de kaynaklandığını, buna karşı kamusal alanların geri alınıp politikleştirilmesi gerektiğinin de altını çizdi… Felsefeciler önce kehanetleri yazıp sonra kehanetin gerçekleşmesi için kolları sıvıyor olabilirler mi?
Hindistan’daki hareketin içinde yer alan Arundhati Roy’dan David Harvey’ye, Zizek’ten Badiou’ya yazarların, felsefecilerin dünyayı değiştirme yolunda attıkları teorik ve pratik adımları artık görmemek mümkün değil gibi. Yeni dünyanın kaderini bu defa savaşçılar, kahramanlar, diktatörler değil düşünürler yazıyorlar sanki. Bu başlı başına kaderin değişmesi değilse zaten nedir ki?
Yeni yorum gönder