Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Kargalar

Semptomları aktardım: Her on dakikada bir yüreğin içine dolan, göğsün üstüne oturan ve sonsuza dek sürecek bir beyhudeliğe salan bir sıkıntı hali, boşluk ya da çok ama çok doluluk hissi… Teşhisi koyan ise annem: Fenalık geçiriyorsun…

Varlığı yokluk, yaşamı ölüm üzerine düşünmeye başlayınca insan, böyle olurmuş hep… Çok üzülünce, gönlümüz çok ama çok yorulunca ve yalnız ve sarsılmış ve azalmış hissedince… Yaşamın sonsuz sürekliliğine dair umudumuz, inancımız tekrar tekrar tehdit edilince… Çok severek yaptıkların, inandıkların başkaları tarafından sevilmeyince, nefret edilince, ortadan kaldırılmaya çalışılınca… Böyle olurmuşuz, fenalık geçirirmişiz hep… İthaki Yayınları’nın editörü Ahmet Öz yaklaşık bir ay önce bir bildiri hazırlamış. Son dönemde yazarlara ve edebiyata uygulanan baskılara, kitap, yazar, çevirmen, edebiyat düşmanlığına karşı tepki niteliğinde… Yazarlar, şairler, çevirmenler de imzalamış… Annemin bileklerimi ve alnımı ovduğu kolonya gibi, yüzüme çarptığım su gibi gelince, burada da paylaşmak istedim.

“Sanat yapıtını, içinden birkaç cümle ya da kelime “cımbızlayarak” hakikatinden, bağlamından soyutlayarak hedef tahtasına koymak, artık vaka-i adiyeden oldu. Sanatın, edebiyatın, geleneğin bekçisi olduğunu düşünenler, o dillerinden düşürmedikleri ahlakın sadece kendilerine has, kendi tarifleriyle belirlenmiş bir mülk olduğunu sanıyorlarsa yanılıyorlar. Düşünmeye, yazmaya, sanata, kitaba ve tüm değerleri mümkün kılan farklılığa düşmanca tutumları kınıyoruz. Düşünce ancak düşünceyle çürütülebilir, ahlakın sınandığı yerse insanlararası ilişkiler, yani hayattır. Yaşama hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü ve inanç özgürlüğü evrensel değerlerdir, şu ya da bu grubun tekelindeki değerler değil. Bu evrensel hakları kendi tanımları içine hapsederek başkalarına karşı saldırı aracı haline getirmeye dönük tüm girişimleri kınıyoruz.”

Bu bildiriyi okurken aklıma geçen yıl gökyüzünde apansız vahşi bir şahin belirdiğinde bahçede karmakarışık aylak aylak dolaşan tavukların ne yaptıkları geldi. Hepsi yerlerinden ok gibi fırlayarak, kendilerinden beklenmeyecek bir hız ve atiklikle yan yana gelip durdular. Başlarını birbirlerinin tüylerinin arasına sakladılar. Uzaktan bakılınca, kahveli kırçıllı, kımıl kımıl bir halı gibi görünüyorlardı, şaşmıştım.  Şahin onları bu şekilde görünce tek bir şey zanneder de, ilişmez, başka bir ava, yalnız dolaşan bir ava doğru uçup gidermiş… Yeryüzündeki her tür, yaşamını tehdit eden bir şeye karşı ne yapması gerektiğini biliyor, çoğunlukla da tehlikeleri bir araya gelerek savuşturuyor. Toplumsal, kültürel yaşamımızı, çoğulluğumuzu tehdit edenlere, hatta son zamanlarda saldırı üstüne saldırı düzenleyenlere karşı bir araya gelmek gibi bir zorunluluğumuz varken, Ahmet Öz’ün ve onun gibi isimlerin yaptığı çağrılar hayati değer taşıyor. Yine de içimdeki fenalığı atamıyorum bir türlü, aklıma Gülten Akın’ın Kargalar'ı üşüşüp duruyor:

“Tatvan'da denize uzak bir eski bahçede, yaz çiçeklerine vurgun oturuyordum. Belki bin yıllık yüksek duvarların dibinde. Cevizin gizemli gölgesinde. Yaprakların çıkardığı koku başımı döndürüyor. Kolumu kanadımı kıpırdatamadan orda öylecene. Sessizlik.
 
Sessizlik dağınık bir ötüş salvosuyla parçalanıyor. Kargalar. Kocaman bir kavganın ortasında. Kıyasıya. Uzun sürmüyor. Uçup gidiyor bir bölük, dönmemek üzere. Yendiler mi onlar? Yenildiler mi? Ben bilmiyorum. Cevizin bin yıllık kokusuyla esrimiş dalgın. Kalanlar, gidiyor, geliyor bir süre. Gidiş gelişler, seslenişler bir noktada yoğunlaşıyor. Yanda duvarın üstünde. Bir yaralıları var. Önce, ne yapacaklarını bilmiyor gibiler. Bu kargaşa ondan. Belki ilk yardım acelesi. Giderek azalıyorlar. Sesleri sönüyor. Ama, yaralının başındalar. Bir süre geçince daha bir düzen sağlıyorlar. Nöbetleşiyorlar. Biri ikisi gidiyor, geliyor. Sonra başkaları... İlgimi yoğunlaştırıyorum, cevizin uyuşturan gölgesinden çıkarak. Sessiz. Tanımaya başlıyorum onları.
 
Kargalar.... Gün boyu yaralılarına baktılar. Bırakmadılar onu. Bırakmadılar içlerinden bir tekini bile, telef olmaya. Bırakmadılar.
 
Vardır, hastadır, yaralıdır. Bir nedenle kısıtlıdır, ölüme yargıldır, bizimdir. Parçamızdır. Onu güçsüzken bırakırsak, kendi parçamızı, kolumuzu kanadımızı bırakmışızdır.
 
Kendimizi bir tek bu nedenle bile yenilmiş sayabilir miyiz? Sayarız.”

 

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.