Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Kiran Desai'yi kimler, niye okuyacak ya da magazin edebiyatı öldürür mü?

Kiran Desai’yi hiç okumadım, ama okuyacaktım; belki İngiltere’nin en saygın edebiyat ödülü Man Booker’ı alan en genç yaştaki kadın yazar olduğu için, belki Türkçeye çevrilen romanı Kaybın Türküsü ilgilendiğim bir konu olan göçe, göçmenliğe dair olduğu için, belki de sırf Can Yayınları romanı yayın programına dahil ettiği için... Okuyacaktım, tabii bütün bunlardan önce yazarın Orhan Pamuk’un kız arkadaşı olduğunu öğrenmeseydim... Önce bu dile gelmiş gönül ilişkisinden haberdar oldum, sonra öğrendim Kiran Desai’nin kim olduğunu... Şimdi sapla samanı birbirine karıştırmış düşünüyorum; gazeteler, dergiler, internet siteleri Pamuk’la Desai’nin romantik tatil haberlerinden, yazarların birbirlerinin romanlarına dair yaptıkları tespitlerden geçilmiyor, hatta Desai’nin bikinili hallerine dair yorum yapan köşe yazarları bile var. Ve tam bunun üzerine Desai’nin romanı Türkçeleştiriliyor, Türk edebiyat camiası kapak kapak yeni yıldızının tanıtımlarını yapıyor.

Kiran Desai Orhan Pamuk’un sevgilisi olmasaydı, dört yıl önce ödül almış romanı şimdilerde Türkçeleşir miydi mesela diye soruyorum kendi kendime. Ne de olsa bu ödül her yıl veriliyor ve ne ödüllü yazarlar var, hatta ödül bir yana ne sağlam yazarlar var henüz dilimize çevrilmemiş. Elbette Desai Türkçeye çevrilmeseydi diye düşünmüyorum, sadece magazin etkisinin yayın dünyamızdaki ve okur eğilimleri üzerindeki etkilerini tahayyül etmeye çalışıyorum. Magazin olmasaydı Türk okuru da benim gibi söz konusu yazarı daha tanımadan kendisi hakkında düşünmeye, karar vermeye kalkmazdı hiç şüphesiz.

Bir yandan baktığımda Kiran Desai için magazinin kötü bir yanı olmasa gerek, diyorum. Genç, son derece hoş bir kadın, başarılı bir yazar ve dünya çapında başarılı olmuş bir yazarın sevgilisi. Dolayısıyla ilgi çekiyor, hatta tüm gazeteciler de belli ki bu bağlamda kendisine hayran, öyle ki bu hayranlık haber dillerine de bolca yansıyor. Peki, ya edebiyat? Acaba yazdıkları bu hayranlık perdesinin ardında gerçek anlamda değerlendirilip, tartışılıyor mu ona göre, eleştiriliyor mu acaba? Hayranlığın da körü körüne beğenilmeme gibi yazarlara ve edebiyata zararlı olduğunu düşünenlerdenim ben. Orhan Pamuk da ülkemizde bu dertten mustarip yazarların başında gelir kanımca, eleştirmenlerin çoğu ona ya körü körüne hayrandır ya da düşmanlığa varacak derecede kendisini beğenmezler. Ve yapıtları, haklarında ne kadar yazılıp çizilse de gerçek anlamda bir eleştiriye tabi tutulamazlar. Kim bilir bundandır ki Pamuk’un kendi kitapları hakkında bunca çok yazması, kitapları üzerinde yaptığı çalışmaları bunca çok anlatması. Bence bir yazar olarak, o da haklı...

İleriki yıllarda Desai’nin de yapıtları hakkında kaleme alacağı pek çok yazı olacağına dair bir kehanette bulunabilirim bu bağlamda. Duruşuyla, edebiyatıyla Pamuk’un gölgesinde kalma hissiyatı duymayacağına ama kör hayranlığın çevrelediği gerçek eleştirinin açlığını çekeceğine iddiaya girebilirim. Magazinin edebiyatı öldürmeyeceğine, ama eleştiri üzerinde körleştirici bir etki yaratacağına kaniyim.

Bir eleştirmen olarak üzerime düşen sözünü ettiğim yazarın yapıtını alıp okumak, yazarın magazinel yanına hiç değinmeden, yapıtına odaklanan bir yazı yazmaktı belki. Ama bir okur olarak, durup düşünmeyi tercih ettim önce, Kiran Desai’yi niye okuyacaktım, hangi etkiyle, hangi seçim sürecinden süzülerek gelecekti yazarın romanı ellerime? Ona verdiğim öncelikle kimler haksız yere tali kalacaktı? Ya da okumama kararıyla, sırf çok magazinel olduğu için bir yazara, bir yapıta sırt çevirmekle neler kaybedecektim?

İşin doğrusu hala da düşünüyorum, kim bilir belki ileriki haftalarda Kaybın Türküsü’nü okuyup, eleştiririz bu köşede, birlikte... 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.