Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Leylaklarıyla İstanbul’u okumak...

Selim İleri
Everest Yayınları

"Nisandayız... Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır" yahut "ilkyaz başlangıcı Adalar’ın en güzel zamanıdır" diye düşünür İstanbullular ve bu onların yaşadıkları anı efsaneleştirmeye yeter Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre. Bu türden bir masalın içinde yaşayan eski İstanbullular, mevsimleri ve günleri, renk ve kokusunu yaşadığı şehrin semtlerinden alan bir yığın hayal halinde görürler. Bir şiir dünyasıdır, der bunun için Tanpınar, İstanbulluların hayatına damgasını vuran bir şiir dünyası... Selim İleri’ye göreyse İstanbullular, İstanbullu olmak denen şeyi, bu şiir dünyasını, sonradan gelenlere kendilerini kapatmakla yitirmişlerdir git gide, bunu kendileri yapmışlardır… Kaybolan İstanbulluluksa şimdilerde, bir zamanlar var olduğuna kani olanların dilinde başlar sanki ve onların kaleminde son bulur… O kalemlerden değildir ne mutlu ki Selim İleri, kaybolan İstanbullulukla başlasa da “İstanbul, İlk Romanımda Leylak”, bu kayboluşa ağıtla bitmez. Onu bir nostalji kitabı gibi görüp, nereye gitti peki İstanbul?, gibi yüzeysel vahlanmalardan mürekkep bir çalışma saymak, büyük bir yanılgıya düşmek olacaktır. Bu yanılgıya düşenler var, İleri’nin kitabıyla ilgili yazılanlarda görüyoruz, daha da olacaktır, ama en azından siz düşmeyin...

Milan Kundera’ya göre onar yıllık dönemlerden doğmuştu geride bıraktığımız yüzyıl. Bu, insan hayatında temel değişimlerin habercisiydi. Zira tarih artık herkesin yaşayabileceği bir deneyim haline gelmişti ve insanoğlunun hem aklına hem gönlüne, doğduğu dünyanın öleceği dünya olmayacağı bilgisi düşmüştü bile. Tarihin saati artık her yerde sistemli bir şekilde işliyordu. İşte bu baş döndürücü hızla işleyen tarihin saati İstanbul için de çalışıyordu elbet ya İstanbullu olmak demek biraz da doğduğu şehrin öleceği şehir olamayacağı bilgisini gönülden kabullenememek… Her şeye rağmen öylesine olağanüstü güzellikler devşirmeye yazgılı ki bu şehir, hemen her kuşak çocukluğunun, ilk gençlik yılarının şehrini yüreğine en güzel sözlerle yazmaktan kendini alamıyor. Tıpkı Selim İlerinin yaptığı gibi, bu gönülsüz kabullenme haline dair yazmak gibi.

 “Takvimden Yapraklar”, “Okuduğum Kitapların İzinde” ve “İstanbul’u İstanbul Yapanlar” olmak üzere üçe ayırmış kitabını Selim İleri. İlk bölümde İstanbullu olmak, bu şehri sevmek üzerine düşündüklerini dertleşir gibi dile getirip, çocukluğunun oyunlarını, bayramlarını, radyo anılarını, şehrin leylaklarını anlatarak kendi kişisel tarihiyle yaşadığı şehrin tarihini birleştiren yazar, ikinci bölümde İstanbul’u İstanbul yapan edebi yüzünü, hayatına giren, etkilendiği yazarlardan hareketle dile getiriyor. İleri’nin kalbindeki Reşat Nuri Güntekin’i, edebiyatla hayatın iç içeliğini özlemle anan Cahit Uçuk’u, İstanbul’u terennüm eden mısraları, yazarların mektuplarını, şehrin sokaklarını buluyoruz bu satırlarda. Üçüncü bölüm ise tiyatroya, resme ve bir zamanların “göz kamaştırıcı rüya ülkesi” sinemaya ayrılmış. Küçükhanımefendi filmleri, Ayşecikler, Beklenen Şarkılar; ve onların büyüsüne ortak Lüks, İnci, Şan sinemaları…

Başta da belirttiğim gibi, “İstanbul, İlk Romanımda Leylak”ı, bir nostalji kitabı gibi değil, bir şehri oluşturan tüm yaşantılara, bu yaşantıların ürettiği tüm yapıtlara, şiirlere, romanlara, filmlere, boydan boya resimlere, fotoğraflara; ve elbette ki leylaklarla, erguvanlarla özleşen tabiatına dair çok sevdiğimiz bir kalemden çıkan, şiirli bir rüya gibi okumalı insan. Ya da en fazlası gönlü öyle çok yormayan sevgi dolu bir sitemmişçesine...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.