“Öykünün sesini duyup dinleyip, en derin çınlayışına kadar algılayıp, ince ayarlardan geçirip söze, sözü kağıda geçirenlere öykü yazarı deniyor. Öykü bir yaşamdır. Öykü bir iksirdir. Onsuz olunmaz”
Evet, hepimiz biliyoruz ki ölene kadar öykü yazdı Nezihe Meriç. Hayatı bu anlamda “öykü”ydü. Ama “onsuz olunmaz” derken sadece kendi yazarlık serüvenini mi ima ediyor burada öyküyü tanımlarken? Bu değil, sadece bu değil… O, öykü denen şeyin, insan bilinciyle ruhunu birbirine temas ettiren yegane yaratımlardan biri olduğunu bilendi… Tıpkı insan olmanın biraz da yaşam ve ölüm arasında koskocaman bir boşluk olduğunu çok iyi bildiği gibi. Yoksa yaşamı boyunca karşılaştığı ve bu yazının da devamında onun için yazılacak övgüleri, tespitleri hasılı tüm sözcükleri temelde hiç mi hiç umursamamasının başka bir sebebi olabilir mi…
Türk öykücülüğünde büyük bir dönüşümün adıydı Nezihe Meriç. Öyle ki 1940’ların sonunda bir düğmeye basmış da Türk öykücülüğünü bir anlamda yeniden başlatmışçasına, bir dönüm noktası sanki… Ve özellikle hemcinslerini, zaten işarete bakan tüm kadın yazarları, usulca edebiyata çağırmış… “Kadın yazar” sözü Cumhuriyet kuşağında onun öyküleri yayımlanmaya başladıktan sonra dolaşıma girmiş, kullanılmaya başlanmış Türk dilinde. Hayata karşı duruşundan giyinişine, siyasi görüşünden yapıp ettiklerine başlı başına yeniden bir “kadın yazar” imgesi doğurmuş. Tıpkı çetrefilleştirmeden, ağdalamadan, hiç mi hiç süslemeden, öylesine sade, öylesine dokunaklı bir öykü dili yaratığı gibi yapmış bunu da. Pek göstermeden, büyük bir alçakgönüllülükle…
Peki, Meriç’in kadınlığı diline nasıl yansımıştı? O mutfaklarda, sabun kokulu yatak odalarında, beş çaylarında, çeyiz sandıklarında gezerdi hep ama bunu usulca, kimselerin gözüne sokmadan yapmayı tercih ederdi. Meşhur tayyörleri ve beresiyle yakınından geçen tüm çocuklara, çocukluklarımıza iyilikle dokunur gibi yazardı. İçindeki yaşam sevincinden ve umuttan, son derece dokunaklı, tılsımlı ve hiç şüphesiz dişil bir öykü atmosferi yaratmıştı. En önemlisi de, temelde tüm an’ları içinde taşıyan an’ı anlatmayı amaçlayan öykü türüne hakkını vermeyi başarmıştı.
Eğer ben ölürsem evim, bahçem, eşyalarım ne olacak, endişesi ile ardında koskoca bir Nezihe Meriç kütüphanesi bırakarak aramızdan ayrıldı Nezihe Meriç. Ama edebiyata dair başka bir endişesi daha vardı ki geride kalanların üzerinde çokça düşünmesi gereken. O , söyleşilerinde sık sık dile getirdiği, anılarında kaleme aldığı gibi “öykü”nün doğru okunmamasından yakınırdı hep. Öykünün hakkının verilmediğini hisseder, bunu da açıkça dile getirirdi. Bir seferinde bana çok iyi öykücülerimizin yanı sıra şimdilerde pek çok öykü yazıldığını ama ortada iyi öykü olmadığını söylediğini hatırlıyorum mesela. Kullanılan dili iyi bulmadığını, kurguların fazla karışık olduğunu, yazarlarınsa çok fazla ben’ine dönük yazdıklarını da yakınırcasına söylüyordu. Öykü’nün bilinmediğini, eleştirilmediğini, kıyasıya eleştirilmedikçe de zaten iyi okunup yazılamayacağını düşünüyordu. Oklarını hem eleştiriye hem öyküye hem de okura yöneltiyordu cesurca. Haksız mıydı? Öykünün durduğu yer ortada…
İlk çağdaş kadın öykü yazarımız Nezihe Meriç , bugün ne mutlu ki kuşaktan kuşağa geçerek yaşayan nitelikli, duyarlı bir kadın öykücüler “koro”sunun annesi…. Ve öykünün de şiir gibi bir noktada romana yenilmiş gibi görüneceğini en iyi bilenlerden biri. Nitelik bakımından yoğunluğunu saymazsak eğer, tuhaftır, kısalığı zamanın tüketim kültürüyle birebir örtüşmesi beklenen “öykü”, upuzun romanların karşısında hala bir adım geride. Bir yanda hem gerçek anlamda yazılmayı bekliyor, diğer yanda okunmayı ve eleştirilmeyi. Edebiyatta yeni çağın sesi beklenmedik bir şekilde “öykü”den doğabilir mi? Nezihe Meriç’in ardından “çavlanın içinde sessizce” bekliyoruz.
Yeni yorum gönder