Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Perdeyi yırtmak?

Geçtiğimiz hafta Orhan Pamuk’un “Saf ve Düşünceli Romancı”sı üzerine aklıma takılanları paylaşmıştım sizinle. Pamuk eleştirinin bıraktığı boşluktan sesleniyor bizlere demiş, yazarın kendini, yazma deneyimini, edebiyata bakışını roman-dışı çalışmalarla aktarmasının kökeninde eleştirinin eksikliği olduğu üzerinde durmuştum. Ancak konu benim için burada bitmedi, yazarın roman-dışı ürünlerle kendini anlatma arzusu üzerinde düşünmeye devam ettim; tek sebep eleştiri olamazdı, başattı belki ama tek değildi kesinlikle. Bu konudaki rahatsızlığımı pekiştiren Umberto Eco’nun “Genç Bir Romancının İtirafları” oldu. Bu çalışmasında Eco da Pamuk gibi (ki bu çalışma da Eco için tek değildir elbette . “Yanlış Okumalar”, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti”, “Kitaplardan Kurtulacağınızı Sanmayın”…  gibi daha pek çok çalışması vardır Eco’nun anlatı sanatı üzerine ) yazarlık deneyiminin, roman tutkusunun içini dışını deşiyordu. Zamanımızın göz önündeki yazarlarının okura hem keyif veren hem de aynı zamanda rahatsız edici bir tarafı olan, bu bir anlamda deşifre tutkusunun sebepleri üzerinde düşünürken elime Milan Kundera’nın yıllar önce okuduğum “Perde”si geldi. 

 

Romancıyı kiminle karşılaştırmalı, diye soruyordu Kundera “Perde” de. Cevabı ise oldukça basitti: Elbette ki lirik şairle… Lirik şiirin içeriği onu yazan şairin ta kendisidir. Tıpkı romanın bir yanıyla romancının kendisi olması gibi. Diğer yanıyla da roman romancıdan çok daha başka bir şeydir ama. Burada lirik şairden ayrı düşer romancı. Kundera için ‘lirik’ gençlik çağının, olgunlaşmamışlığın da bir tezahürüdür aynı zamanda. İnsanlar olgunlaşmak için içlerindeki lirizmi yıkmak zorundadırlar ve romancı kendi lirik dünyasının enkazından doğabilen kişidir.

 

Unutulmaz olanın yıkılmaz şatosu

 

Burada dramatik bir ayrım daha çıkar karşımıza. Lirik şiir belleğin kalesidir. Sevilen şiir defalarca okunur, hatta ezberlenir. Ancak roman “unutuşun karşısında derme çatma biçimde berkitilmiş bir şatodur”. Romancı bu unutuş yazgısına karşı büyülenmiş bir şekilde kürek çeker. Okurun aklından uçup gitmeye kararlı her cümle üzerinde çalışır. Romanını bir sone yazar gibi yazar. Bu unutuş karşısında yaptığı tek şey budur işte. Romanını unutulmayanın yıkılmaz şatosu gibi inşa etmek… Ve bir de roman-dışı ürünler vererek bu yıkılmaz şatonun her bir tuğlasını pekiştirmek: Tıpkı Eco gibi, tıpkı Pamuk gibi, tıpkı bu tespitleri bizzat yapan Milan Kundera’nın kendisi gibi.

 

Burada üzerinde düşünmemiz gereken iki unsur var: Büyük yüzyılına 1800’lerden itibaren girmişti roman. Popüler ve saygındı. Romanın ne olduğu düşüncesini de beraberinde getirdi bu popüler saygınlık. Ancak bu soru hala süregiden roman çağı içinde romanın değişimini zorlaştırmakta. Acaba çağın önemli yazarları roman üzerinde düşünür ve yazarken, sanatın kendi kendine oluşturduğu bir çıkışsızlık noktasını mı vurguluyorlar? Roman üzerine edilen bunca laf, onu taçlandırmaya mı yarıyor yoksa tekrarlarla yavaş yavaş ölmeye başlayan roman sanatına ağıt mı yakılıyor?... Büyük değişimler, değişimin etkisinin en az hissedildiği zamanlarda dile getirilirmiş daha çok. Tıpkı bugünle karşılaştırdığımızda daha bebek diyebileceğimiz bir bürokrasiyi mesele eden Kafka’nın duyarlığı gibi... Hissettiğimiz rahatsızlığın kaynağında bu olabilir mi? Acaba Kundera’nın dediği gibi roman anlamsız bir çoğalmayla intihar mı etmekte? Buna karşı Kundera’nın önerdiği gibi romancı kendinden başlayarak ikinci dereceden neyi var neyi yoksa yok mu etmeli?

 

Diğer yandan, “kendi kitaplarından söz edemeyen bir yazar ‘tam bir yazar’ değildir”, görüşü de Kundera’nın önerisiyle atbaşı gitmekte. Bir resim galerisini gezdiren ressam misali, yazar da kendi yazdıklarından çok okuduğu kitapları, yazarları, roman sanatını, tarihini bizlere anlatırken tekrardan ziyade büyüleyici bir çoğaltmayla yeniden kendini ve sanatını yaratıyor olabilir mi?

 

Soruların cevaplarını zaman gösterecek hepimize ancak soruları ardı ardına sormak ve tartışmak zevkinden kim alıkoyabilir ki bizi? “Sanatın artık hiç söylenmemişi aramaktan vazgeçeceği ve uslu uslu kendisinden, tekrarı güzelleştirmesini ve bireyin mutlu mesut varlığın tekbiçimliliğiyle kaynaşmasına yardım etmesini talep eden kolektif hayatın hizmetine gireceği günü içim karararak hayal ediyorum…Çünkü sanat tarihi gelip geçicidir. Sanatın gevezelikleri sonsuzdur.”         

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.