Alıp başını dağlara çıkarmış hep, uzaktaki mavilikler, ufuk çizgisi, dağ gölleri, tepelerin üzerinden hiç kalkmayacakmış gibi duran puslara doğru gider gider gider, ilerde, hep daha uzakta olanlarını özlermiş neyi özlediğini de pek bilmeden.
Çünkü, bir kaçış hayaliymiş üzerine koskocaman, devasa bir varoluş oturttuğu. Kaçmak kaçmak kaçmak istermiş hep. Şehirden çıkmak kasabaya kaçmak, kasabadan çıkmak köye kaçmak, köyden kırlara, kırlardan daha uzak daha yalnız dağlara, yalnızlığa, kim bilir belki de yokoluşa...
Bir dilekmiş bu gönlünde yaratıp usul usul besleyip büyüttüğü; Hermann Hesse, batı edebiyatına doğu felsefesinin ışığını düşüren yazar, onun sığınak özlemiymiş içine bir sonsuzluk boyu kök salan... “Bırak , ey dünya, bırak beni kendi halime!” der dururmuş. Bütün o durmaksızın yazıp çizdiği, dünya edebiyatının tam içine oturduğu zamanlarda, nasıl da ironik bir şekilde. Sonra bir gün, hiç beklenmedik bir anda çıkagelmiş sığınak dediği yere gitme, oraya yerleşme fırsatı, kendi deyişiyle “düşü, yakayı ele vermiş”.
Bocalamış ilkin, bahaneler uydurmuş kendi kendine oraya gitmemek için ve ne tuhaftır ki gitmemiş. Gitmediği an anlamış ki, asıl aradığı, özlemini çektiği şey dışarıda, uzaklarda değil; içinde, “ben” dediği şeyde. “Bir mağara, bir in değil, bir gemi değildi şimdi bu yer. Kendi içimde aradığım, ele geçirmeye çalıştığım bir sığınaktı. Kendi içimde, ben’den başka kimsenin bulunmayıp dünyanın elinin uzanamayacağı, tek başıma saltanat sürebileceğim, dağda ve mağaradakinden daha güven içinde yaşayabileceğim bir yer, bir tabuttakinden, bir mezardakinden daha güven içinde, daha gizli saklı bir mekan, daha gizli saklı bir köşe. İşte hedefim! Tümüyle ben’de olmayan hiçbir şeyin ulaşamayacağı belde!”
Bu satırlar yazarın Sığınak adını verdiği bir denemeden alıntı. Öldürmeyeceksin adı altında toplanmış denemelerinden biri, Erken Dönem Düşünceler'den. Yapıtlarında insanları kendi yaşamlarını, kendi benliklerini bulmaya ve kurtarmaya çağıran, Doğu mistisizmini işleyip yücelten ve uygarlığın yerleşik kalıplarını kırmaya teşvik eden Hermann Hesse’nin ruhunu apaçık ortaya seren bu samimi anlatı niçin başımı döndürüyor diye soruyorum kendime... Son derece basit, sade bir dille, bugün karşıma çıkan pek çok insanın altına imzasını atacağı bu düşünceler neden ruhuma ilk kez duymuşum gibi heyecan veriyor? Belki yazarın samimiyetinden, apaçıklığıdan, uzun zamandır okuduğum denememelere sinen o kendini bir yazar olarak inşa etme çabasından yoksun olmasından belki de. Kendini sahne üzerine çıkan bir oyuncu gibi hazırlamamış Hesse. “Öldürmeyeceksin”de yer alan bütün denememeleri için geçerli elbette bu. Savaş karşıtı görüşlerini aktarırken de böyle, politik bir meseleye yaklaşırken de. Hatta kendisini değerlendirmesini isteyen bir yazar adayına bile sıkıcı olmak pahasına sade, olağan ve kendiliğinden Hesse.
Gelenektendir Hesse’yi ben de pek çokları gibi ilkgençlik yıllarımda okudum hep. Ergenlik döneminin karmaşık ama bir o kadar duru, saf ruh haline, tertemiz bakış açısına ne de güzel uyardı onun yazdıkları. Yaşam dediğimiz şeyin, zarafet ve iyilik dolu bambaşka bir şey olabileceği ihtimalini nasıl da kırlara açılan bir patika gibi sererdi önüme Hesse. Ne de olsa Hugo Ball’ın dediği gibi “romantizmin ihtişamlı ordusunun son şövalyesi”ydi o. Hatta içine doğu karışmasa neredeyse sıkıcı bir romantik şövalye... Bugün geriye dönüp baktığımda, Jung’u bulmamda, doğu felsefesiyle tanışmamda bana önayak olan kişilerin başında Hesse’yi görmem boşuna değil ama. Yaşamı yapıtlarında da dert edinmiş bu yazarın dayatmasız, insanı yeni dünyalara, yeni okumalara yönelten üslubunu kim göz ardı edebilir ki zaten...
Durugörünün anlamını bile unuttuğumuz bu zamanda, onunla bir kez olsun yeniden karşılaşmak açısından Hermann Hesse’nin denemelerini okumadan geçmek talihsizlik olacaktır, benden söylemesi...
Yeni yorum gönder