Sevgililer günü, hiç kaçarı yok tüketim günü, alışveriş anlamında tüketmiyorsanız da ruhen tükeniyorsunuz en azından, o her yerde karşınıza çıkan anlamsız farfar sarsar, içi boşaltılmış bir kırmızılık... Her sektörde olduğu gibi yayın sektörü de bir şekilde hazırlıyor kendini bugüne, ünlü kişilerin aşklarına, aşk-evlilik itiraflarına dair hazırlanmış kitaplar, aşk mektupları ve içindeki aşk-sevgi unsurları ön plana çıkarılmış romanlar... Üzerinden bir gün geçiyor, herkes aynı anda unutuyor gerçi ama ben yine de bir gün sonrasından sormak istiyorum: Sevgililer günü diye sevgilisine aşk romanı hediye eden var mıdır acaba? Günler geçer, aşklar biter, geriye romanları kalır diye; aşkı da, imkansızlıklarını da en derinden romanlardan öğreniyoruz ve gerçek hayatta hiç karşımıza çıkmasa da okuduklarımız bir ömür ruhumuzu ve düşlerimizi besliyor diye; en mühimi de aşkı, okuduğumuz romanların üzerimizde yarattığı halet-i ruhiye eşliğinde arıyoruz diye... Acaba?
Huzur; önce aşkımızın, sonra ömrümüzün romanı...
Böyle bir hediye verecek olsaydım, aşk ekseninde yürüyen, çok katmanlı romanları tercih ederdim herhalde, ne de olsa hayatı aşktan ayırmak mümkün olmuyor. Bir de seçimimi Türk edebiyatının içinden yapardım, herkes kendi dilinde sever, kendi dilinde kendince aşık olur diye... Türk edebiyatında aşk romanı denince akla ilk Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”u gelir elbette. İmkansız aşkı, yasak aşkı anlattığı için değil sadece, o çok özlenen geçmiş günlere dönmenin imkansızlığını da anlattığı için belki de. Bir ulusun hiç yaşanmayan geçmişine duyulan aşkı anlatır Huzur. Aradığı zamanın orada olamayışından, geçmişin imkansızlığından beslenir. Zaman Osmanlı’yla birlikte koskoca bir dev gibi yıkılırken Türk ulusunun üzerine, kahramanlarımız Mümtaz ve Nuran, ferahfezalar eşliğinde büyük bir aşkı ve onun tüm imkansızlıklarını yaşamaktadırlar...
Kim ne derse desin, Mümtaz’la Nuran’ın aşk içinde geçirdikleri o sıcak İstanbul yazı; her ne kadar ilerde yaşanacak ayrılığa ve ıstıraba dair ipuçları verse de, romanın en keyifli, en dokunaklı bölümlerini oluşturur. Tanpınar bir aşka ve bir şehre aynı anda dokunup can verir sanki. Adalar, Boğaz, şehrin türlü camileri, sahilleri, Türk musikisi ve aşk... Huzur, her cümlesinde okuruna hem aşkı hem şehri taşıyan ve her okuyuşta ayrı lezzetler alacağınız, aşka ve imkansızlıklarına açılan büyülü bir kapıdır sanki.
Saplantılı aşk denince: Kürk Mantolu Madonna
Sabahattin Ali’nin son romanı, Kürk Mantolu Madonna... Demek ki Sabahattin Ali ölüme adım adım yaklaşırken, ömür dediğimiz şeyin içimizde bir anlığına çakıp parlayan ve hızla küle dönen bir alev olduğunu, sonrasının ise bu bir anlık parlayışın ardından yürümekle geçtiğini çok iyi biliyormuş. Ve en önemlisi o alev dediğimiz şeyin, imkansız bir aşk olduğunu...
Kürk Mantolu Madonna, edebiyat tarihimizin belki de en hüzünlü aşk hikayesidir. Gündelik yaşam içinde kaybolmuş, başarısız, yenik, silik bir karakterin ardında öylesine dokunaklı, öylesine büyüleyici bir aşk yaratmıştır ki Sabahattin Ali, göze görünenin ardındakini de, yaşamın en sarsıcı yanını da birlikte işaret eder bizlere. Raif’in Maria ile yaşadığı aşk ve o aşktan geriye kalanlar, o kara yazgı, toplumsal bir kadere dönüşür içimizde. Geleneksel aile yapısının, politik oyunların, savaşın birey üzerindeki sonsuz baskısının ve belirleyiciliğinin altını çizerken hikaye, “çıkış yok” mesajı verir inceden inceye; yazgıya karşı aşk bile karşı güç olamaz, der gibidir sanki. Zaten, aşk denilen şey, imkansızdır ancak... Ama tutku ve saplantı kalır yine de geriye. Raif, her şeyden hatta yaşamaktan bile vazgeçer de Maria’ya olan sevgisinden vazgeçmez. Sessiz fakat bir o kadar itaatkar olmayan bir duruşu, öfkeli bir karşı çıkışı, saplantı halinde yaşatır içinde.
İçimizdeki aşk müzelerinin hatırına
Aşkın en saplantılı hali denince yaşamını tek bir kadının aşkına adayan bir adamın öyküsü gelir akla: İmkansız aşkına, bir müze kuracak kadar saplanan bir adamın öyküsü, Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi... Kemal’in uzaktan bir akrabası olan Füsun’a aşık olmasıyla temelinden sarsılacak yaşamı, 1970’li yılların İstanbul’una, onun arka sokaklarına götürür okurunu. Sigara izmaritlerinden, teki kalmış küpelere, çakmaklara dek nesnelere yöneltilmiş, soyut düzlemden yanarak geçince bir adamın hayatında cisimleşmiş, müzeye dönüşmüş bir aşkı anlatır Masumiyet Müzesi. İçimizde inşa ettiğimiz çeşitli müzeleri fena halde anımsatır nedense...
Gün gelir, kalırsın bir başına...
Ve “Bir Gün Tek Başına”... Vedat Türkali’nin çoktan beri klasikleşmiş bu romanını okuyup da gözyaşlarına boğulmamak mümkün değildir. Türkiye 27 Mayıs 1960 askeri darbesine doğru geriye sayarken, Günseli ile Kenan’ın filizlenen aşkları da kendi hazin sonuna doğru hızla yaklaşır. Siyasi-toplumsal çalkantıların ve gündelik yaşamın tekdüzeliğinin biraraya getirdiği bu iki insanı yine aynı unsurlar ayıracaklardır. Solculuktan da siyasetten de elini ayağını çekmiş, orta sınıf aile hayatının içine kapanmış Kenan, devrimci bir üniversite öğrencisi olan Günseli ile tanışınca aşktan ve hayattan bir kez daha imtihan edilme fırsatı bulur. Ancak aşk ne kadar güçlü olursa olsun sınavlara tek başına girer, sonuçlarına da tek başına katlanırız. Ve ne olursa olsun hep bir gün tek başına kalırız...
Bir de, yasak aşk için Halit Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu”su; vatan sevgisinin bir kadına yöneltilmiş en haysiyetli, en romantik hali için Kemal Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları”; aşkın melodramdan faşizme uzanan bir yolculuk olduğunu bilenler içinse Selim İleri’nin “Hayal ve Istırap”ı vardır ki, aşk romanı denince söylenmeden geçilmezler... Geçmiş sevgililer gününüz kutlu olsun!
Yeni yorum gönder