Elimde iki kitap var, biri “Cahillikler Kitabı”nın 16. baskısı, diğeri ise “Cahillikler Kitabı 2”nin 40 bin adet yapılmış birinci baskısı. Rakamlar Türk yayıncılık sektörü düşünüldüğünde etkileyici. Hele ki “Cahillikler Kitabı”nın ilk baskısıyla sözkonusu 16. baskısı arasında sadece yaklaşık bir sene olduğu düşünülürse... Beni bu kitapları okumaya teşvik eden şey ise ne ilgi çekici isimleri, ne vadettikleri bilgileri içerip içermediklerini kontrol etme merakıydı. Açıkçası bu kitapların neden bu kadar yüksek satış rakamlarına ulaştığına dair kafamı kurcalayan sorunun cevabı yani sadece ve sadece kuru kuruya rakkamlardı ilgilendiğim…
Temmuz ve Ağustos ayları yayın dünyamızda suların tuhaf bir şekilde çekildiği en kurak vakitler, malum satış rakkamları değişken ancak basılan kitap sayısının azlığı sabit. İnsanların tatile çıktığı, bütün bir yıl eline hiç kitap almamışların bile tatil çantalarına bir iki kitap attıkları bu dönemde niçin bunca az kitap basılır hep düşünüp dururum. Evet, okulların açılması ile kitap fuarlarının zamanıdır eylül ortaları ve ekim, dolayısıyla da en önemli yayımlar hep bu döneme denk getirilir kabul; ama yaz dönemini de bir takım çocuk klasiklerinin çevirilip çevirilip yeniden basıldığı, bayatlamış dizi film tadındaki çoksatarların ve gezi-yemek-otel kitaplarının ekseninden çıkaracak bir proje, yeni bir yayın stratejisi hiç mi çıkmaz, tuhaftır… İşte John Lloyd ve John Mitchinson’ın birlikte kaleme aldıkları “Cahillikler Kitapları”, tam da bu dönemde yayımlanmaları ve ulaştıkları rakkamlar nedeniyle dikkat çekiciydi. İster istemez, acaba, dedim, kendi çapında bir kırılma noktası olabilir mi!
Sorumun yanıtını uzatmadan, en baştan vereyim: Hayır… “Cahillikler Kitapları”, tatil kitabı tadında ama hangi dönemde çıkarsa çıksın zaten çok satacak türden. Zira içerikleri de, sunumları da hatta isimleri de tamamen buna göre programlanmış bir proje havasını veriyor. Öncelikle isimleri: Eğer ilk çıkan kitabın adı “Cahillikler Kitabı” değil de “tarihte yanlış bildiğimiz şeyler”, diğeri de “Cahillikler Kitabı 2 Hayvanlar Alemi” yerine “hayvanlar aleminin bilmediğimiz yüzü” olsaydı, eminim bu kadar satmazlardı. Anahtar kelime “cahillik”. İçinde bilgi, birikim, bilim gibi kelimeler içeren isimlerden şüphesiz daha sevimli, daha ilgi çekici geliyor insana.
Gelelim içeriğe… “Cahillikler Kitabı” da içerik olarak tıpkı televizyon gibi eğlencelik bir “boşgösteren”. Çok alıştığımız, vazgeçemediğimiz türden yani. Bir şeyler okuyup/izleyip öğreniyormuş gibi hissediyor ama sonuç olarak sadece tüketiyoruz. Üstelik kitapların soru-cevap formatında oluşları, soruların ve cevapların kısalığı okumayı kolaylaştırırken, içerdikleri bilgilerin düşünsel olarak üzerimizde hiçbir etki bırakmadan silinip gitmelerini de sağlıyor. Ama diğer yandan kitap okuma üzerinden sosyal bir iletişim kurdurdukları da kesin: Kitapta ilginizi çeken bir bölümü yüksek sesle etrafınızdakilere okuyup kimsenin hiç merak etmediği bir konuda onları topluca bilgilendirilmeye maruz tutmaktan kendinizi alamıyorsunuz, örneğin: “hangi baykuş ‘tu-vit, tu-vu’ dermiş biliyor musunuz? Cevap veriyoruz: “hiçbiri”, gibi… Ve ardından bir daha hiç hatırlanmayacak bilgi kırıntıları, giderek hafızadan siliniyor. İnsan ister istemez “bir tüketim nesnesi olarak kitap”ın hayatımızdaki yerini sorgulamaya başlıyor.
Peki, hiç mi ilgi çekici tarafı yok bu kitapların derseniz, haklarını yemeyeyim, elbette var. Her ikisi de popüler tarih ve popüler bilim üzerindeki ortak kabullerimizin, gülünçlük derecesinde güvene bağlı olduğunu ortaya seriyor açıkçası. Bize söylenen her şeyi sorgusuz sualsiz kabul edip, bütün bunları da kuşaktan kuşağa geçirdiğimiz gerçeğiyle yüzleşiyoruz, bu kitaplar aracılığıyla. Tarihle de, bilimle de inanç üzerinden kurduğumuz çarpık ilişkişkiyi görüyoruz. “Cahillikler Kitabı ve Cahillikler Kitabı 2”,özellikle içerdikleri bazı tarihi ve bilimsel sorular ve cevaplarıyla işte tam da bu inaçla alay ediyor, burnumuzun ucuna koca bir ayna tutar gibi yapıyor. Geriye ise esas diğer önemli soruların yanıtlarını vermek kalıyor: “Sindirella’nın ayakkabısı neyden yapılmıştır?”, “İki parmaklı tembel hayvanın kaç tane ayak parmağı vardır?”, “Roma yanarken Neron ne yapıyordu?”, “Lastik botları kim icat etti?”, “Kurşun kalemleri emerseniz ne olur?”, “Nuh’un gemisinde kaç koyun vardı?”, “Katerina kimin çadırına girdi?”…
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Yazıları
Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.
Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.
Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.
Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.
“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.
Kelime gücünün etkisinde kalıp bir kitabın satış rakamlarını önemli derecede değiştirebilen çokça insanın varlığı, daha çok zihniyet ve psikoloji açısından ilgimi çekti. Zannediyorum ki bu durum zihniyet sorgulamasında bir örnek olarak ele alınabilir. Benim düşüncem insanlarda bir aşağılık fikri olduğu. Kendilerini zaten bilgi birikimi, üretkenlik vs. açısından diğer kültür ve milletlerden alçakta gördüklerinden bu gerçeği acımasızca "cahillik" olarak yüzlerine vuran bu kitapları tam derde deva bir çözüm yolu olarak ellerine alıp umut ve heyecanla kasaya yöneliyorlar. Ulaşılmak istenen statüye bir "kestirme" olarak görülüyor bu kitaplar.
Benim de ilgimi çekmedi değil zaten. Cahilliğinden kurtulmak ister sanırım çoğu insan.
Yeni yorum gönder