Sınırı geçenlerin sayısı bugün itibariyle beş bini bulmuş, geçmeye niyetlenenler ise on binlerle ifade ediliyor. Herkes onlara mülteci diyor, mülteci kelimesi içinde tekinsizi, tedirgin ediciyi, tehlikeyi de barındırıyor elbette. Siz onlara istenmeyenler de diyebilirsiniz tabii. Onlar artık, kuytularda, gölgelerde yaşayanlar; onlar artık yabanlar, ne orada ne burada olanlar… Suriye’den gelip Türkiye’ye sığınmalarının, ülkelerin, sınırların adlarının bir önemi yok. Haber değeri taşıyorlar şimdilik, üstelik seçim sonuçlarıyla çalkalandığımız bu vakitlerde doğal olarak son sıralarda yer alıyorlar.
Sayıları daha da artarsa eğer, istenmeyen birkaç olay vuku bulursa içlerinde belki yükselecekler gündemin basamaklarında ama o kadar, daha fazlası değil. Hem daha fazlası olsa ne olur ki, hayaletlerden kurtulmak için kimse onların arasına girmek istemez ki, sırtını dönmek, görmezden gelmek hep en iyisidir, denir. Oysa, başka umut verici yollar da vardır, kim bilir belki de misafirperverlik gibi…
Ne tuhaftır ki Nermin Saybaşılı’nın “Sınırlar ve Hayaletler” adlı çalışması tam da ülke sınırlarında hayaletlerin belirmeye başlamasıyla elime geçti. Evet, hayalet... Derrida’nın mülteciler, göçmenler için ortaya attığı bu kavramı dile getiriyor yazar.
Gerçek hayaletsidir de ondan…
Düşünür “hayalet”i, bir korku filminin, mitolojik bir hikayenin kahramanı olarak ele almaz. Tam tersine, göçmenlerin, mültecilerin, sığınmacıların tıpkı bir hayalet gibi ölçülerini tümüyle yitirmiş olan bir dünyaya yerleştirilemez hale getirilerek hayaletsi bir gerçeğin parçalarına dönüştürülmelerine dikkat çeker. Saybaşılı da göçün kendi başına bir sorun olmadığını, bir “sorun” olarak üretildiğini söylerken Derrida’dan ve onun hayalet kavramından bu yüzden el alıyor. Zira Derrida’ya göre gerçek hayaletsidir. Gözümüzü yumsak da tam burnumuzun ucundadır. Gerçeği algılamak, kabullenmek, ona sirayet etmekse, belki de en zoru.
“Sorun, hiç kimsenin göçmenin, mültecinin ya da sığınmacının yaşamları hakkında konuşmuyor ya da yazmıyor olması değil. Tam tersi geçerli aslında. Ancak bu denli çok haber, yazı ve tartışmaya rağmen tuhaftır ki, göçsel hareketliliğin birçok boyutu gerçekte bilinmez ya da el değmemiş durumda kalıyor. Bu imgelerin çoğu ahlaki bir beklentiyle önümüze sürüldükleri içindir ki, sorunun altında yatan en önemli nedenlerin siyasal boyutun üstü örtülüyor ve karartılıyor.” Bu şekilde, göç edenlerin yardıma muhtaç, pasif ve güçsüz figürlere indirgenmesi, gazetelerde, televizyonlarda tüketilmeye açık biçimde önümüze serilenlerin kırılganlılarıyla örtüşüp ahlaki bir mesele haline geliyor.
Üstelik sınır dediğimiz şey, ihlal edilmesiyle, önünde ve arkasında birikenlerle, ihlal edilme ihtimaliyle var oluyor sadece, yoksa yok…
O zaman niye bu tantana dediğimizde cevap basit: Her türlü kimlikten, sınıftan arınmış, atılmış, kendi başlarına birer kimlik krizine dönmüş bu göçmenler, sığınmacılar, mülteciler, asla merkezin bir parçası olamıyorlar. “Hayaletler gibi ulus-devletin bütüncül yapısını çatlatıyorlar.” Ondandır ki, istenmiyorlar.
“Derrida, savaşın, siyasal ya da başka türlü şiddetin, milliyetçi, ırkçı, sömürgeci, cinsiyetçi ve başka tür imha eylemlerinin mağdurlarına karşı bir sorumluluktan; baskının, kapitalist emperyalizmin ya da başka türden totaliterliklerin mağdurlarına karşı sorumluluktan” da söz etmekte… Ve misafirperverlik kavramından ve gelecek adaletten... Belki bu sefer, bir değişiklik olur, sınırlara gelen hayaletlerle yüzleşmek, işin siyasal boyutlarını öğrenmek ve siyasi bir gösterinin ötesinde gerçek bir misafirperverliğe geçmek mümkün olur. Tıpkı huzuru kaçan köyün geleceğinden endişe etseler de, her şeye rağmen, sınırı geçemeyen mültecilere kendi aralarında topladıkları paralarla aldıkları ekmekleri gönderen Güveççi Köylüleri gibi…
Yeni yorum gönder