Adettendir, İstanbul’da yaşayan orta yaşını geçmiş her duyarlı insan kendisini son İstanbullu sayar. Osmanlı’nın son yıllarından Cumhuriyet’e devredilmiş bir hüzünlü hayıflanma halidir sanki bu. Hayat hızla değişir, ahlak, kültür değişir, değişim şehre bırakır bütün izlerini, peçeteye değen bir damla su misali yayılır etrafa tarihin her türlüsünün talanı ve son İstanbullular uzun zaman önce görülmüş bir rüyanın içinde sayıklar gibi geçmiş zamanın İstanbulunu anlatmaya başlar... Hem haksızlık etmeyeyim, sade Cumhuriyet dönemine değil belki çok daha eskilere dayanan bir alışkanlıktır bu. Kim bilir, körler ülkesinin tam karşısına kurdukları güzelim şehirlerini Roma İmparatorluğuna kaptıran Byzantionlular da böyle hissetmişti, bin yıllık başkentlerini Osmanlılar’a teslim eden Konstantinopolisliler de, Konstantiniyeleri İstanbul’a dönüşen son Osmanlılar da... İstanbul’da taş üstüne taş, tarih üstüne tarih kondukça geride bırakılanın güzelliği de derinleşir gibidir. Ve bu şehir öylesine haindir ki üzerinde yaşanlara ayaklar altına alınmış bir güzelliğin ve talan edilmiş bir tarihin üzerinde yaşadıklarını her an hissettirir.
Ahmet Ümit’in kaleminden çıkma “İstanbul Hatırası”nı okudukça kendi içimde yaratıp beslediğim “son İstanbullu”ya kulak verdim açıkça. Üç kuşaktır dedemden babama, babamdan bana miras kalan bu ruh haliyle tekrar yüzleşmek zorunda kaldım. Zira bu ruh halinin şehre herhangi bir katkısı olmayacağını nihayet anlamıştım. Ben açıkça karamsardım, Ahmet Ümit ise bu ruh haline dair bir roman yazmayı tercih etmişti...
Roman hakkında son günlerde yazılıp çizilenlere bakıyorum. Herkes ağız birliği etmişçesine romanın kahramanı olarak İstanbul’u vurguluyor. Şaşılacak şey... Oysa Ahmet Ümit açıkça bu şehri değil, bu şehrin insanını anlatmaya çalışıyor, iyisiyle kötüsüyle İstanbulluları kahramanlaştırıyor. Bu, polisiye yazarı olarak onun doğasında var; bir cinayetin üstündeki esrar perdesini çözmek için kurgulanmış kahramanlar değil onun yarattıkları; suçla birlikte, hayattan ve suçtan ayrışmaz bir şekilde var ediyor tüm kahramanlarını. İstanbul Hatırası da, her şeyden önce bir Başkomiser Nevzat polisiyesi zaten. Bilenler bilirler; duyarlı, vicdanlı, hayatın yıktığı ama yıldırmadığı, “iyi bir adam” başkomiser Nevzat. Tarihçi bir anneyle, edebiyatçı bir babanın cinayet romanları okuyarak polis olmaya karar vermiş oğulları. Kendi halindeliği, sistemle uyumluluğu/uyumsuzluğu biraz idealize edilmiş, “olmayan” bir kahraman olsa da severiz onu, en mühimi de anlarız... Başkomiser Nevzat şimdi çok sevdiği şehrine zarar verenleri cezalandıran katillerin peşinde koşuyor. Cinayetler onu şehrin tarihine, şehrin tarihi son altmış yetmiş yıla damgasını vuran müthiş talana ve yozlaşmaya, yozlaşma ise ister istemez bir vicdan muhasebesine sürüklüyor. Üstelik bu muhasebede Nevzat’ın kendi kişisel tarihiyle de yüzleşmesi gerekiyor. Ve dolayısıyla da İstanbul’dan ziyade o “son İstanbullu”luk durumu hikaye ilerledikçe romana damgasını vuruyor.
Beklenmeyen sona kitlenen bir kaybediş öyküsü
Sarayburnu’nda elleri arasında tarihi bir sikkeyle bırakılmış bir cesetle başlıyor hikaye. Sikke Nevzat’la yardımcılarını, yani Ali ile Zeynep’i İstanbul tarihinin başladığı yere götürüyor: Byzantion’a... Cesedin, şimdi yerinde yeller esen Poseidon Tapınağına bırakıldığını anlıyorlar kısa sürede. Ancak bu bilgi onları ancak Çemberlitaş sütünunun dibine elinde başka bir sikkeyle bırakılmış başka bir cesede götürüyor. Katiller Byzantion’u Konstantinopolis yapan o büyük hükümdara işaret ediyorlar. Derken Teodosius, Iustinianus ve diğerlerine...
Başkomiser Nevzat kendi tarih bilgisi, yardımcısı Zeynep’in internetten yaptığı araştırmalar ve maktullerden birinin eski eşi olan Topkapı Sarayı’nın müdiresi Leyla Barkın’ın desteğiyle bu tarihi oyunun içinden çıkmaya çalışır. Ancak yedi önemli tarihi yapıyla yedi büyük hükümdara gönderme yapan yedi cinayete ne yazık ki engel olamayacaktır.
İstanbul Hatırası, aslında bir kaybediş öyküsü. Başkomiser hayatımın davası dediği bu işte her anlamda kesinkes kaybediyor. Davayı çözüyor çözmesine ama bu çözüm kişisel bir başarının çok çok uzağına bırakıyor onu. Ahlakını, vicdanını, mutluluğunu yitirmiş, kendi tarihini kaybetmiş bir şehirde mutlu son yoktur, diyor bizlere Ahmet Ümit. Suçu insan DNA’sından ayırmadığı gibi şehri de şehirlilerden ayırmıyor, tarihini de talihini de bir kılıyor.
Başta da dediğim gibi “idealize” edilmiş bir kahraman olarak Nevzat ve “idealize” edilmiş bir İstanbul tarihi kimi yerlerde okurunu rahatsız etmiyor değil. Romanın ortalarına doğru Nevzat’ın cinayetlere engel olamayacağını anlamak da, temposu gerilimi yüksek, her an aydınlanacak bir sis perdesinin içine dalmışcasına okunan polisiye romanları tercih eden okuru yavaşlatıyor, bu anlamda hayal kırıklığı yaratıyor. Ancak Ahmet Ümit’in bize hazırladığı o “beklenmeyen” sona eklenen İstanbul sevgisi hayal kırıklıklarını giderecek nitelikte oluyor.
Ahmet Ümit, klasik polisiye roman kalıbını başarılı bir şekilde kullansa da İstanbul Hatırası için klasik bir polisiye roman demek yeterli olmaz. Ümit, özellikle duygusal anlamda incelikli bir çalışma ortaya çıkarmış, içimizde yaşattığımız kadim “son İstanbullu”ya, ders vermeden, mesaj kaygısı gütmeden, etkileyici bir duygudaşlıkla, seslenmeyi başarmış. “Şehirle birlikte kendini de yitirdiğini” hisseden İstanbullular onu anlayacaktır, kanımca...
Size çok teşekkür eridem.Bana çopk yardımcı oldunuz. Eğer sınıfımda,yapamayan olursa hemen bu siteyi vericeğim.Başarılarınızın devamını dilerim.
Yeni yorum gönder