Çoğu okurun çok sevdiği tarihi romanlar korkutur hep beni. Tarihi roman denince, bir adım geri çekilir, hayal kırıklığına uğramaktan çekinirim. Ne de olsa, romanı bırakıp hikayenin geçtiği tarihi birebir yazmaya koyulan, tarihi sadece bir dekor olarak kullanan ya da en fenası hepsini birbirine karıştırıp işin içinden çıkamayan “tarihi roman”larla dolu etrafımız. Bu çok sevilen, bir o kadar da tartışmalı türden beklenilen, adı gibi çok katmanlı olabilmesidir. Geçtiği dönemin hakkını vermesi, kahramanlarının o günün sesiyle konuşup, o günün ruhuyla hareket edebilmesi, hikayenin dönem ya da dönemin hikaye üzerinde eğreti durmaması ve en mühimi günümüze dair de bir şeyler söyleyebilmesi beklenir tarihi bir romandan. Bu türde ürün vermeye soyunan romancının işi zordur velhasıl, hayal kırıklığına uğrama yüzdesi yüksek okurun da öyle. Ondandır ki Özlem Kumrular’ın “Sultanın Mutfağı” adlı kitabını okumadan önce bir süre oyalanmam, karar verememem. Ancak II.Selim döneminde saray mutfağında geçen bir hikayenin cazibesine karşı da fazla direnemediğimi açıkça söyleyeyim. Osmanlı’nın en görkemli günlerinde, savaşların yanı sıra kültüre yatırım yapan, keyfine ve damağına düşkün bir Sultan’ın midesine giden yolda pek çok keyifli ve gizemli hikayenin bulunabileceğini kim düşünmez ki!
Bütün bu karışık hissiyat içinde elime aldığım kitabın beni hayal kırıklığına uğratmadığını söyleyerek başlayayım anlatmaya. Tarih okurunun “Avrupa’da Türk Düşmanlığının Kökeni ve Türk Korkusu” başta olmak üzere pek çok dikkate değer kitabıyla tanıdığı tarihçi-yazar Kumrular, bu defa özellikle 16. yüzyıla dair zengin birikimini kullanmış son romanında. Bizleri 1574 yılında Topkapı Sarayı’nın mutfağında çıkan gizemli yangının öncesine ve sonrasına götürüyor. Saray mutfağının farklı dinlere, farklı kültürlere ve inanışlara sahip dört başaşçısı aracılığıyla bu gizemli tarihi olayı romanlaştırıyor. Öbür dünyaya bu dünyayı tanımadan gitmemeyi kafasına koyan ve bu uğurda şehirlerin ecesi İstanbul’a gelip, şans eseri saray mutfağında başaşçı olan keşiş Athanasios, Nil’in kıyısında doğmuş maceracı yüreğinin peşinde koşan Mısırlı erkek güzeli Amr, o dönemde Sünni Osmanlı sarayında kafirlerden bile beter sayılan Alevilik mezhebinden Kızılbaş Afşin ve kendini Leonardo Da Vinci’nin özellikle yemek üzerine yaptığı icatlarına adamış, yaşamının çıkışını bu icatlardan biriyle bulacağını ümit eden Niccolo De Speranza... İmparatorluk ortamında öncelikle çokkültürlülüğün sonra da kaderin biraraya getirdiği bu dört adamın dört müstesna yeteneği vardır üstelik: Athanasios uzakları, çok uzakları görür, Niccolo de Sperenza ağzına attığı her şeyin yetiştiği yerden saraya geliş güzergahına kadar anlayabilen bir damak hassasiyetine sahiptir, Afşin’in kıllı kulakları kimselerin duyamadıklarını duyar ve Mısırlı Amr ise tüm kokuları birbirinden ustalıkla ayırt eder.
Görme, duyma, tatma ve koklama yetenekleri üst düzeydeki bu dört aşbaz, Sultan’ın en leziz yemeği yapana vereceği beş bin altının peşinde bir yandan birbirleriyle yarışırken diğer yandan da mutfakta dönen olağanüstü olayların da başkahramanı olurlar. Mutfakta tuhaf bir şeyler dönüp duruyordur ya, ahali bütün bunları cinlere perilere yorsa da, içlerinden birinin hain olduğu da kesindir. Ama hangisi ve niçin?
Biz akıl almaz doğaüstü olayların ve bir yığın saray entrikasının içinde gezerken, İstanbul ve Osmanlı mutfağı da bir yandan patates, çikolata ve domatesle tanışır. Ancak Sultan’ın en leziz yemek yarışmasında vereceği karar bu dört kahramanın kaderlerini değiştirmeye ne yazık ki yetmez. Sultanın mutfağı romanın sonuna doğru çatır çatır yanarken, insanların kendi elleriyle yazdıkları kadere bir kez daha yenik düşmelerine de ayrıca sahne olacaktır.
Bin çeşit yemeğe eşlik eden baş döndürücü baharat kokuları ve bu yemeklere lezzetini vermek için düşlerini, ruhlarının en mahrem yanlarını tüm benliğiyle katan aşbazlar; onların korkuları, sevinçleri, küçük - büyük hesapları ve daha niceleri... Sultanın mutfağı zengin, İmparatorluğun kasası zengin, nice kültürle nice inanışla bir arada harmanlanan halkının ruhu zengindir 16.yy İstanbul’unda. Kumrular, bu atmosferi son derece başarı bir şekilde, dönemin diline cesurca yaklaşarak, bu dili kullanarak yaratıyor. “Sultan’ın Mutfağı”nın tek sorunu ise bize vaat ettiği cevapları oldukça geç vermesi, öyle ki okuruna zaman zaman hangi çözümün peşinde koştuğunu bile unutturabiliyor. Dönemin atmosferi ve dili fazlaca ön plana çıkıp romanın o çok çekici, keyifli hikayesini ikincil kılıyor. Kumrular, belli ki tarihi macera romanının klasik kalıbıyla kendi yarattığı anlatım biçimi arasında kalmış bir parça. Bir yandan okurunu heyecanlandırırken diğer yandan da asıl meselesinin sadece kurguyla olmadığını söylercesine ağırdan alıyor. Bu gidiş gelişler özellikle sabırsız okuru oldukça yoracaktır kanımca. Romanın diline de itiraz seslerinin yükselme ihtimali var, ancak buna kulak asmayın derim, zira yukarıda da belirttiğim gibi, aktardığı dönemin atmosferini dili kullanarak vermeyi tercih etmiş yazar, çok da iyi yapmış.
“Sultanın Mutfağı”, yazarı tanımayanlar için hem Kumrular’la tanışma fırsatı verecek, hem de tarihi roman üzerinde bir kez daha düşünmenizi sağlayacak, derim.
Yeni yorum gönder