Kötülük yabancılaşmadır, kötü de yabancı... Kutsal kitaplarda yazar bu hikaye, ama onların da ötesinden gelmiştir aslında. Ruh ışıklı olduğu kadar korkulu, gölgeli de bir şeydir ya, işte bu onun gölgelerde yarattığı ve içinden bir türlü çıkamadığı en eski hikayedir. Bilinçdışı korkularımızı başkalarına yansıttığımız malum. Huzurumuzu bozan bir başkalıktan aslında bizzat kendimizin mesul olduğunu kabullenemeyiz ve suçu üstümüzden atmak için her türlü yolu deneriz. Bunun için bulduğumuz en başat ve neredeyse değişmez yol ise günah keçisi yaratmaktır. Tarihe dönüp bakacak olursak, zavallı bir keçiyi gerçekten alıp elimizi başının üstüne koymak suretiyle işlediğimiz günahları ona aktardıktan sonra hayvanı kestiğimizi ya da çöllere bıraktığımızı ve ardından rahat bir oh çektiğimizi, sıklıkla görürüz. Tanrı’nın halkı, kutsal olmayanı dışarı atarak kutsallığını korur. Böylece Tanrı teskin edilmiş, toplumun, topluluğun içindeki kötülüğün de izi silinmiş olur.
'Günah keçisi', kurbanlık hayvanlardan farklı din mensuplarına, ulusal düşmanlardan uzaylılara kadar çeşitli şekillerde zuhur eder. Ama değişmez, hiç değişmez, 'o' ya da 'onlar' hep bizim günah keçimizdirler. Bu noktada ruhsal evrim açısından aşamadığımız, bir türlü üzerinden atlayıp da geçemediğimiz evrimsel bir duvar çıkar önümüze: “Öteki olarak ben”. Öteki olarak ben’i tanımak istemeyiz biz. İçimizde, en derinimizde fokurdayıp duran ateşleri, o ateşin içinde kaynayan iblisleri bir başkasına atfetmeyi severiz, onları kabullenmek yerine tepenin, duvarın ardında olduğunu sandıklarımızla savaşmayı seçeriz.
Festival festival dolaşıp ödüle doymayan Tepenin Ardı işte bu söz konusu duvar üzerinde dans eden bir hikaye. Julia Kristeva yabancılık deneyimine esasen üç farklı şekilde karşılık verdiğimizi söyler; din, sanat ve psikanaliz. Film işte bu üç karşıtlığı yanına alarak, öteki ben’i tanımama konusundaki inadımıza odaklanmış. İnat, kutsal inadımız, kutsal yapımızı muhafaza etmek anlamındadır, yabana atılamaz, öyle içimizden kolay koyla sökülüp atılamaz. Mitolojik bir anlatının içinde dolaşıp dururuz evet, ama masalsı dokusunu kaybetmeyen bu hikaye tıpkı filmde olduğu gibi günümüzde de oldukça hummalı bir şekilde yaşanagelir. Sistem ölüm içgüdüsü pompalayıp durur, huşu duygumuzun yerini korku, canavarlık ve şiddet dolu çarpıcı haberlerle, seyirliklerle ve okumalıklarla ikame ederek, derin kafa karışıklığımızı istismar eder.
Eril bir hikaye anlatmaktadır Tepenin Ardı. Hatta bir süre sonra bu eril doku üzerimize üzerimize gelmeye, içimizi sıkmaya başlar. Eril ruhun doğayla, kadınla ve öteki’yle olan mücadelesi, işte adı üstünde 'mücadelesi'dir belki de daha en başta sorunlu olan. Baba, oğul, erkek torunlar, silah, kurban, et, içki, savaş, terör, tecavüz… Eril mücadelenin gösterenleridir hepsi. Hiç ama hiç yabancısı olmadığımız gösterenler…
Film, bazı kalın gerçekleri çok ince, bazı incelikleri ise çok kalın görmüş, evet. Eleştirimizi bu noktada yapabiliriz. Söz gelimi, yabancının-ötekinin canavarlaştığı noktanın bir adım ilerisinde kutsala dönüştüğünü, illa ki dönüştüğünü göz ardı etmiş. Anlattığı eril dünyanın içine de, ona yönelttiği eleştirel bakışın izlerini kalınlaştıracak kadar fazla saplanmış… Ancak bütün bunlar bir yana, evrimsel duvarımızı aşmak, “öteki olarak ben”i tanımak hususunda alınacak insani yola dair de çok önemli bir işaret fişeği göndermiş Tepenin Ardı. İçimizde tutsak ettiğimiz ya da dışımızda günah keçisi olarak ilan ettiğimiz ötekinin yakasını nasıl bırakırız, sorusuna bu anlamda cevap vermiş: Benin tekrar ben olabilmesi için ötekinin öteki olmasına müsaade etmek; anlatısal idrak, yani hayal kurma yöntemiyle kayıp ve korku üzerine enine boyuna, durmaksızın düşünmek… Yabana atılmayacak bir öneri, bence…
Film öncesinde ve sonrasında okumak için rehber kitap: Yabancılar, Tanrılar ve Canavarlar, Richard Kearney.
Yeni yorum gönder