Geçen gün çok sevdiğim bir arkadaşım sohbet sırasında Elif Şafak’ın son kitabı üzerine okuduğu bir eleştiriden söz etti bana. Açıp tekrar okuduk eleştiriyi. Yazı, Şafak’ın romanda yaptığı bir takım tarihi hatalara dairdi. Dostum, derin bir nefes alıp gözlerimin içine baka baka "İşte," dedi, "Edebiyat eleştirisi görevini yapmayınca, eleştiri mühendislere, mimarlara, tarihçilere falan kalıyor. Yoksa bize ne tarihin gerçeklerinden; bir romanı okurken önemli olan şey edebiyat değil midir? Hikayenin neyi değil, nasıl anlattığı önemlidir!”
Doğru dedim önce, haklısın, öyle. Ama içime sinmeyen bir şey vardı. Bu kitap özelinde düşünecek olursak, ortada edebiyat yoktu ki, eleştirisi olsun. Bir eleştirmen olarak içime çöken yılgınlığı düşündüm. Eleştiri için en büyük eziyet, herkes okuyor, kitap çok satıyor diye edebiyat diyemeyeceğimiz metinleri eleştirmek zorunda kalmak, sonra da zamanla bundan vazgeçmekti. Ben de çoktan vazgeçmiştim, bu türden kitapları okumaktan da eleştirmekten de... Kendimce bir karar almış, piyasa işlerini, piyasaya bırakmıştım. Ama bir hortlak gibi tekrar tekrar çıkıp duruyorlardı önüme. Böyle sıkkın, ayrıldım arkadaşımın yanından...
Sonra kendi kendime, demek ki dedim, piyasa için bile olsa öyle kötü bir şeyler yaratınca, eleştiri bıraksa da yakanızı, insanlar, okurlar bırakmıyorlar. Kendi bakış açıları, bilgileri çerçevesinde sizi alaşağı ediveriyorlar. Yapacak bir şey yok!
Kalan sağlar bizimdir!
Üstelik burada düşünülmesi gereken bir şey daha var. Çok önemli bir şey. İnsanların yazıyla kurdukları ilişki internetle, sosyal medya ortamlarıyla giderek değişiyor, yazıyla aramızdaki mesafe kısalıyor. Böyle bir ortamda bir yazarın öyle ya da böyle piyasa desteğine güvenerek hareket etmesi artık tam anlamıyla, mümkün değil. Çünkü artık hikayenizi sunacağınız ortamı kontrol etmeniz, nabzını tutmanız mümkün değil. Eski işleyiş (yani siz yazarsınız, yayınevi basar, ilanlar verilir, kitap eklerinin, edebiyat dergilerinin bildik tanıtım yazarları, eleştirmenleri kitabınızı tanıtır… vs. ) devam ediyor gibi görünse de, onun dışında hareket eden bir şeyler var. Hiç olmadık birileri çıkıp kendi ortamında yazar, o dalga dalga yayılır, bir de bakarsınız size kadar ulaşır. Belki yerinde belki yersiz, belki haklı belki haksız, ama başınıza gelmeyeceğinden artık emin olamazsınız.
Sözün kısası, yazarın da, eleştirmenin de kollaması gereken bir varlık haline geldi, "düşündüklerini yazan ve bunu yayan-okur". Vicdanın da ötesinde bir vicdana, ahlakın da ötesinde bir ahlaka, samimiyetin de ötesinde bir samimiyete zorlanıyoruz sayelerinde. Bu sınavdan bence çok kişi kalır, kalan sağlar bizimdir!
* Görsel: Meltem Şahin
Merhaba,
Bir okur olarak, bir yazarın anlattığı dünyaya kurgu da olsa gerçek de olsa inanmak isterim - ya da daha doğrusu yazarın beni yazdığı kelimelere inandırabilmesini isterim. Bir yazarın, özellikle de tarihi bir roman yazma işine girmiş bir yazarın, konunun temellerini sağlam atması gerektiğini ve yazdıklarının inanadırıcılığını yitirmemesi için dikkatli adımlar atması gerektiğini düşünüyorum. Umberto Eco'nun romanlarını, gerçekleri sorgulama ihtiyacı duymadan, romana kendimizi kaptırıp okuyabiliyorsak demek ki bizi içine çektiği dünyaya inanıyoruz. Bu nedenle, Elif Şafak'ın kitabındaki tarihi yanlışlıkların bu kadar dikkat çekmesinde, bir yazar olarak anlatım tarzıyla okura karşı inandırıcılığını yitirmiş olmasının payı olabileceğini düşünüyorum.
E biz de yayalım bari
http://kalkgidelimhocam.blogspot.com.tr/2014/01/cota-ile-suleyman.html
Cari zamanın hâlleri. Artık, hem söz hem yazı uçuyor. Okur da kendi sözünü "yayıyor". Yeşil mürekkebe müptela şairin dediği gibi:
Bir sözcük sessizliğin kanadı olur bakarsın,
ateş de pay alır kendine soğuktan.
Yeni yorum gönder