Yaşar Kemal bir destandı, gözlerini hayata kapadı, hepimizin başı sağolsun. Şimdi bizim için, şimdi dilimiz, sözümüz, edebiyatımız için yas zamanı. Bu, Anadolu’nun, bu halkın yası. Şimdi dilden dile, sözden söze bir destan dolaşıyor içimizde. Yaşar Kemal, bir destandı, dünya üzerindeki son büyük destan anlatıcısıydı. Orta okuldan terk, “romancı olan ilk köylü” yazarımızdı. Bir hikaye, söz toplayıcısıydı. Genç bir adam düşünün ki yıllar boyu Anadolu’yu karış karış gezip ağıtları, tekerlemeleri kağıda geçiriyor tek tek. Anadolu’nun sesini dinliyor, sonra bu sesi kağıda geçirip ondan destanlar yaratıyor. Yaşar Kemal bir destandı, Türkmen köyünde bir Kürt çocuktu, Adana’nın bir kitaplığında memur, pamuk tarlalarında, batozlarda ırgat, traktörcü, Nadir Nadi’yle görüşüp iş istemek için bir ay kapısında bekleyen yoksul gençti o, dünyanın kırk diline çevrilen İnce Memed’i yazmıştı. Yoksulluğundan, ötekiliğinden öfke ve güç değil, bereket ve sevgi çıkarandı. Yaşar Kemal bir destandı, Anadolu’nun kayıp dilini bulandı. Yazar kahramanların cirit attığı bir çağda kahramanlığa inanmayan, kendine yazar demekten utanan, varlığıyla da destanlaştı. Yaşar Kemal bir ah’tı. Bu topraklardaki bastırılmış nice isyanın, bitmeyen direnişlerin, ezilmişlerin, canı sömürülenlerin, hakkı yenilmişlerin, yoksulun, yoksulluğun ahıydı. Kesilen ormanların, kökü kurutulan çiçeklerin, soyu tüketilen kuşların ahı… Sanki toprak, sanki ağaç, sanki kuş, sanki insan ah ettikçe, Yaşar Kemal’e değiyor, söz olup düşüncesinden bize akıyordu yeniden. Cümle ahlar yaşama sevincine, direncine dönüşüp yüzümüze gülüyordu. İçimiz titriyordu. Bir efsaneydi, doğayı, toplumu ve insanı bir kürenin içine yerleştirip bu küreye dair efsaneler anlatıyordu Yaşar Kemal. Büyülüyordu, büyüleniyorduk.
Öyle sevdik öyle sevdik ki biz onu, dünyanın en önemli edebiyat ödülünü bir yazarımız aldı diye sevinmek yerine, Yaşar Kemal’e vermedikleri için üzülmeyi seçtik. Dışarıdan birileri gelmiş, bizi, edebiyatımızı yaralamış gibi hissettik, neredeyse öfkelendik. Yaşar Kemal’i seviyorduk çünkü, hani deyim yerindeyse, sevmek neymiş, üzerinde yaşadığımız toprak parçasını, ağacıyla, otuyla, kuşuyla, insanıyla sevmek neymiş, ondan öğrenmiş gibiydik çünkü. Sözle sevmeyi, usul usul, mırıl mırıl bazen de gürül gürül sevilmeyi, yaşamı dille bereketlendirip yeniden yaratmayı öğrenmiştik. Öyle sevmiştik ki, kitleler halinde yüz binler, milyonlar, hiç yapmadığımız bir şeyi yapmış, okumuştuk. Çakırdikeni tarlasında, bacaklarından, çıplak ayaklarından kan sıza sıza koşan, ümitsizce, yok canıyla bir ağanın şerrinden kaçan İnce Memed olmuştuk. Bir efsaneydi Anadolu, biz Anadolu’yduk. Haksızlığa karşı direnen insan onuru, giden kuşlarına kahrolan İstanbul’duk. Yaşar Kemal yazdı, biz okuduk.
Halkın sevgisine sahip olmak devletin öfkesini de çekmek demekti. Devletin öfkesi onun da üzerindeydi. İplemedi. “Ben bir geleneğin yazarıyım. Ben etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bizim edebiyat geleneğimiz bir başkaldırma ve bu başkaldırmada da kelleyi verme geleneğidir. Bu gelenekte edebiyat bir savaş silahıdır.”
Diyordu ki, insanlar sıkıştıklarında, ölümün acısını yüreklerinde duyduklarında bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. Mitler yaratmak, düş dünyaları kurmak; dünyadaki bütün acılara karşı koymaktır, hatta ölümsüzlüğe ulaşmaktır. Onun yolu Gılgamış’ın, Lokman Hekim’in, Dede Korkut’un yoluydu, ölümsüzlüğün sırrını buldu, bize söyledi, öyle gitti.
Yaşar Kemal, bizim efsanemiz, gözümüzün bebeği. Sonsuzluğa uğurluyoruz…
* Görsel: Kaan Bağcı
Anadolu'muzun; dilini, lehçesini bir ustalık ile kullanarak gittiği yerlerde kaleme aldığı yöremizin edebi yazılarını bir destansı olarak anlatmayı başarmış Büyük yazar. Mekanı Cennet olsun.
Bundan çok önce, yine bu sitede karşılaşılaştığım, bir yazının altına yapılan, genel bir algıyı yansıttığını düşündüğüm bir yorum geldi aklıma. Yanlış hatırlamıyorsam şöyleydi: "Yaşar Kemal öldü, zaman Pamuk'un zamanıdır." Sanıyorum ne acıdır ki, kaybettiğimiz sadece "yaşlı bir yazarın teki"ymiş gibi gözüküyor.
Yeni yorum gönder