Geçtiğimiz günlerde Türkiye'nin en önemli edebiyat ajanlarından, eleştirmenlerinden olan Barbaros Altuğ'un bir söyleşisine katıldım tesadüfen. Altuğ, yazar adaylarına eserlerinin yabancı dile çevrilmesi konusunda yapmaları gerekenlerden söz ederken yeni yazıdan, yeni edebiyattan da söz açıldı elbette. Her şeyin giderek hızlandığı günümüzde pek çok eleştirmenin ve yayımcının beklediğinin aksine dünya edebiyatında öykü yükselişe geçmedi, roman tüm ağırlığını korumakta bildiğiniz gibi. Altuğ'a göre roman bu ağırlığı kendini seyrelterek korumayı başarmış ama... Yani yeni yazı, kısa ve keskin. Yani, yeni yazı ortalama bir okurun bir dvd izleme süresinde bitiyor, bitmeli. Yani yeni yazı aslında öykü ile roman arasında, bir tür novella. Yurtdışında çizgisini iki yüz sayfayı aşmayacak kitaplarla sınırlayan yayınevleri açılıyor, dünya dillerine kısa metinler daha çok çevriliyor, okur ilgisi bu kitaplar üzerinde duruyor.
Yeni yazı, kısalığıyla damgasını vuruyor edebiyata ama iş elbetteki sadece hacimle, hacimde bitmiyor. Altuğ, kendi hikayesini yazan yazarların çağında yaşadığımızı söylüyor. Kısa, vurucu ve içten bir yeni yazının doğuşunu işaret ediyor. Gösterişli tarihi kurgular, -mış gibi yapmalar, arşivlerden olmadık dramlar çıkarma çabaları, en azından uzun vadede bir kenara itilecek gibi. Yazarın ait olduğu dünyayı, hikayeyi yazması esas, ama elbette ondan bekleneni ondan beklenen şekilde değil. Ve atlanmaması gereken bir nokta daha; toplumsal travmaları, geçmişi ve yazarın yaşadığı toplumun bugününü etkilemiş acıları, hikaye muhakkak görmeli, es geçmemeli. Toplumcu gerçekçi bir "mesele" romanından söz etmiyoruz tabii. Ama metnin acı yokmuş gibi de davranmaması gerekiyor. En azından "yeni yazı"nın yazarları böyle yapıyor.
Burada okurun gücü üzerinde de durmalıyız tabii. Okurun, yazarın, yayıncının ve edebiyat eleştirmeninin üzerinde olan gücünü. Bu gücü Türkiye'de görmek, onun izini sürmek zor. Ama dünya edebiyatında durum böyle değil. Sözgelimi yayınevinin 1000 adet bastığı, 500'ünü de zaten kütüphanelere gönderdiği Harry Potter'ı anımsayalım. Türkiye'de olsa tanınmayan bir yazarın bir kaç yüz adet piyasaya dağıtılmış bir kitabın 400 milyona ulaşması nasıl mümkün olabilirdi? Kitabın bizim kanunlarla neredeyse hiç korunmayan, üzerine dağıtım sisteminin kara bulutları çökmüş yayın piyasasında nasıl bir şansı olabilirdi? Ama dünya okuru yeri geldi mi beklenmedik bir şekilde edebiyata pekala yön verebiliyor. Yeri geldi mi edebiyat zevkini, bir dvd izleme süresiyle de o kısıtlıyor.
Gel gelelim Türkiye edebiyatını, okurunu da bir kalemde silip atmamak gerek tabii. Yukarıda sözünü ettiğimiz yeni yazının içinde olan ve yine piyasanın hiç beklemediği şekilde çok satan çok okunan yazarlarımız hem öyküde hem romanda kendini göstermeye başladılar bile. Benim aklıma hemen birkaç isim geliyor hiç zorlanmadan, ya sizin?
* Görsel: Tufan Kızılırmak
Benim aklıma Mahir Ünsal Eriş geliyor, Emrah Serbes geliyor, onlar da ne kadar edebiyat yoksa artık edebiyat sadece onlar mı olacak? Çok satmakla edebiyata yön verildiğini düşünürsek evet bunlar günümüzün, iyi tam da Barbaros Altuğ'un tanımını yaptığı gibi edebiyatçılar. Gel gelelim bunların da devri geçecek, bir 5-10 yıl sonra ne okunacak, belki de bir eserin iyi edebiyat olduğunu satış rakamından, gününde çok söz edilmesinden değil de yıllar sonra, sular durulduğunda tartışmalı.
Kitaplarıyla sayfalarıyla değerlendirmek bana hep tuhaf gelir. Kitabın kalınlığıyla orantılı bir okuma sevdası varsa orada bir sorun yok mudur?
Panait Israti'nin Arkadaş kitabı romanı geldi aklıma.108 sayfa ama çok yüzlü romanlara taş çıkarır. Her neyse sanırım okuma eyleminin dışına çıkınca, edebiyattan uzaklaşınca bu sayfa olayı daha çok konuşuluyor oluyor.
Kısa yazma süreci ve insanların kısa yazıları daha çok okuyor olmasının Twitter ve o tarz sosyal medya platformlarından olabilir mi? Az sözcükle çok şey anlatmaya çalışmak. Anlatabilinir mi?
Söz konusu "kendi hikayesini yazan yazar" klişesini hiç olumlu ya da heyecan duyulacak bir şey olarak görmüyorum. Ulus Baker'den yapacağım aşağıdaki alıntı konuyu yeterince açıklıyor.
"...Güçlü ya da güçsüz herhangi bir fikrin yokluğu, günümüz edebiyatının genel özelliği olarak açığa çıkıyor. Bir fikrin yokluğunu dolduracak tek bir şey vardır: Edebî klişeler imalatı. Gelenekselleşmiş 'janrlar' (Türkiye'de nedense bu aralar bir-iki yazara sahip olabilmiş polisiye, macera gibi) klişelerden yana çok yoksun değildirler -ama 'iyi' örneklerinde onları tanımlayan bir 'yapıya' sahip kılınmış oldukları da söylenebilir. Sorun daha çok 'yapısız' klişelerden oluşmaya başlayan tuhaf, postmodern bile denemez bir edebiyat kültürünün gitgide yaygınlaşmasında yatıyor. Klişeler cümlelerde yuvalanmaları bakımından ayırt edilip tanınırlar -kısa cümleler, günlük hatırlama rejimince beslenen, herkesin anlayabildiği, arabeskten, sinemadan, nostalji mekânlarından, mizahçılardan, hatta reklamlardan kotarılan cümleler... Ya da aksine, İhsan Oktay Anar'ın, Orhan Pamuk'un ve benzerlerinin iyiden iyiye yapılandırılmış tarihsel klişeleri -fantezi dünyasında oynanan bir oyun olarak edebiyat... Roman böylece 'varolmayan' bir felsefeye sızarak fikir oluşturuyormuş gibi yapacaktır. Buket Uzuner ile Aslı Erdoğan'ın en iyi modelini sundukları 'kişisel', 'günlük yaşam' arşivciklerinin yanına bu kez, herhangi bir ciddi tarihçinin dönüp bakmayacağı bir dizi arkaik mesel, felsefi bilgi kırıntısı, tarih komplosu yığınağı, sahte bir 'tarih arşivi' gelip yerleşecektir. Sanki gizli bir anlaşma var gibi: Gazeteler bulmacalarında nasıl onların resimlerini ve adlarını verip kitaplarını soruyorlarsa; yazarlarımız da karşılığında, yarım-kültür piyasasına bulmaca gibi eğlencelik kitaplar yazıp duruyorlar."
Ulus Baker - Akşam Biraz Fazla Kaçırmışım, Ne Serüvendi Ama!
Yeni yorum gönder