Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Yoksa Osmanlı gerilememiş miydi?

Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Mustafa Armağan
Timaş Yayınları

“Tarih, zannedildiği gibi masum bir malumat küpünden ibaret değildir. İçinden niyetlerimiz geçer, arzularımız, hayallerimiz, hayal kırıklıklarımız ve hınçlarımız geçer. Hasım cepheye yollanacak en müsait ‘bomba’lar tarih cenahında depolanır. Tarih üzerinden kendi cephemize de, karşı tarafa da yollanan mesajlar, ideoloji postanelerinin soğuk damgalarını taşır.”

 

“Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak”a bu sözlerle başlıyor Mustafa Armağan. Vurgulamak istediği başlıca konu, tarihin ham, tarafsız ve masumane bir olay aktarımı olmadığı. Çünkü, bu anlamda, bugünü kurmaya niyetlenmiş yakın geçmişin galip aktörlerinin, dünyaya yerleştirdikleri camlar ve demir parmaklıklar demek tarih.

 

İçinde Halil İnalcık, İlber Ortaylı  gibi büyük tarihçilerimizden, Cemal Kafadar, Uğur Tanyeli, gibi ilginç bakış açılarıyla tarih algımızı değiştiren yeni tür tarihçilerimize ve hatta Bernard Lewis gibi oryantalist bakış açısını besleyen klasikleşmiş isimlere uzanan geniş bir tarihçiler yelpazesi barındıran bir çalışma “Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak”. Son derece dikkat çekici bir tarih eleştirisi. Hem alışık olmadığımız bilimsel eleştirel bakış açısıyla dikkat çekici hem de odaklandığı, merkeze aldığı konu itibariyle: Osmanlı’da gerileme.

 

Yoksa Osmanlı gerilememiş miydi diye sorarak başlıyor tarihçiler. Ve hemen hepsi gerileme paradigmasını ele alıyorlar. Öncelikle dikkat çektikleri konu, Osmanlı İmparatorluğu’nun 350 yılının, yani neredeyse üçte ikisinin duraklama ve gerilemeyle geçmiş olabileceğinin mantıken,deyim yerindeyse, imkansızlığı. Bu anlamda başta Halil İnalcık olmak üzere, tarihi dönemlendirme anlayışının çarpıklığı üzerinde duruyorlar. Daha açık bir dille, devletlerin ve imparatorlukların insan ömrü gibi, antropomorfik bir bakış açısıyla, “doğum, olgunlaşma ve ölüm” döngüsünde ele alınmaması gerektiğinin altını çiziyorlar. Söz konusu antropomorfik bakış açısının, uygulandığında sadece Osmanlı için değil tüm dünya devletleri için son derece çarpık bir görüntü vereceği üzerinde duruyorlar.

 

Buna göre “Osmanlı”nın gerilemesi”, bir olgu değil, çözülmesi gereken bir problem olarak duruyor önümüzde. Peki, Osmanlı gerilemedi mi? Cevap hem evet, hem de hayır. Evet geriledi çünkü, ekonomik, siyasal ve en başta askeri anlamda, yükselme dönemi diye adlandırdığımız Kanuni döneminde bile çeşitli olumsuzluklar, aksaklıklar baş göstermeye başlamıştı zaten. Hayır gerilemedi, çünkü değişen şartlara rağmen tam üç yüz elli yıl boyunca sürekli yenilenerek, en başta kendi kendini eleştirerek ayakta kalmaya devam etti.

 

Sonsuz düşüş: Osmanlı’da bir gölge-fenomen

 

Cemal Kafadar, gerileme kavramını hem Osmanlı bilincinde hem de tarih yazıcılığında büyük ölçüde Osmanlı’nın şartlarından doğan bir olgu olarak değerlendirip; Osmanlı tarihinde uzun süre devam etmiş olan gerileme söyleminin varlığının bir gölge-fenomen olarak göz ardı edilmesinin imkansızlığını vurguluyor. Gerileme düşüncesi Osmanlı’nın içinden çıkıp, öncelikle bir nevi içsel eleştiri, sonrasında ise dışsal eleştiri olarak İmparatorluğun bünyesine yayılmış ve ilginç bir şekilde devamlılığın katalizörü olmuş. Ancak bir zamanların katalizörü,  bugünden bakıldığında emperyalizme karşı en önemli savaşlardan birini vermiş bir toplumun içine üç yüz elli yıllık bir çöküş ve aşağılık hissi olarak neredeyse silinmemek üzere işlemiş.

 

“Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak”, yeni doğmakta olan bir tarihsel araştırmacılık anlayışının ürünü olarak okunabilir. Bu yeni araştırmacık Osmanlı devleti idealize edilen bir geçmişin normlarından gerileme ve düşüş ya da Batı’yı taklit etmeyi başaramayış olarak değil, kesintisiz bir dönüşüm süreci içinde değerlendiriyor. Osmanlı’yı, iç politikada kesintisiz ıslahat yapmış, önünde idealize edilmiş bir modelin olmadığı, sürekli evrimden geçmiş bir devlet olarak ele alıyor. Bunu yaparken de tarihi son derece basitleştiren, akışı kesen dönemselleştirme anlayışını yıkmayı ve yeniden yapılandırmayı öneriyor en başta. Şanlı tarihle gururlanmak ve yüzyıllar süren çöküşün ezikliğini taşımak arasında gidip gelen o hastalıklı sarkacı durdurmak mümkün mü peki? Bir parça sağduyu ve derinlikli çözümleme yeteneğiyle olabilecek gibi görünüyor…  

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Yazıları

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.

Roman türü denilince aklıma hemen Lukacs’ın ünlü sözü geliyor: “Roman, tanrının bırakıp gittiği bir dünyanın destanıdır.” İlk büyük roman diyebileceğimiz Don Kişot da aslında Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın romanıydı. Roman 18 ve 19. yüzyıllarda siyasi politik bir etki alanına sahipti. Bana kalsa siyasi politik etki alanından hiç vazgeçmedi roman.

Edebiyat en basit tanımıyla malzemesi insan olan bir sanattır. Çünkü insanı anlatmada aracısızdır edebiyat. Tarihin insanı anlattığı söylense de, bu bana hep kocaman bir yalan gibi gelmiştir. Öyle ya, insanı tarih değil, edebiyat anlatır. Tarih ise insanı anlatmada yine edebiyattan faydalanır. İnsanın kendini bulması için önce araması gerekir sanırım.

Doğu Batı sorunu yalnızca bizim edebiyatımıza özgü bir sorunlar yumağı değildir aslında, Rus edebiyatında da benzer bir tartışma söz konusudur. Bütün bir 19. yüzyıl romanı daha sonra şiddetlenecek bu tartışmanın ilk alevinin yakıldığı metinlerle doludur.

“Ev ki ayrıntıdır. Susmalar, küçük sevinçler, küçük acılar, küçük konuşmalar, küçük yalnızlıklar...Hepsi hepsi.” Tüm dünyayı eve sığdırmaya çalıştığımız şu günlerde İlhan Berk’in evle ilgili metnine bile küçük şeyleri konu etmesi o kadar güzel ki. Siz nasıl düşünürsünüz bilmem ama bana göre de evle ilgili olan her şey “küçük”tür.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.