Yunus Emre kimdir? Ya da şöyle sorayım, bizim Yunus’u bilmeyen var mıdır? Hepimiz biliriz onu, en mühimi de severiz, hem de çok severiz... Niyesi belli, çünkü Yunus’uzdur hepimiz. Kendini Anadolu’da yeniden yaratmış Türk insanının bizzat özüdür o. 13. yüzyıl Anadolusu’nda yaşamış bu derviş, bu şair, bulduklarıyla değil aradıklarıyla, büyük arayışıyla ve çilesiyle temsil eder bizi.
İçinde sönmeden yanan “aşk” dediği ateşle ve sözüyle büyüler. Onu anlatmak işte tam da bu yüzden o kadar zor ve karmaşık, yine bu yüzden o kadar basittir. Mevlana ona Mesnevi’si hakkındaki fikrini sorunca, “Uzun demişsiniz efendim, ben olsam “Et ü kemik büründüm/ Yunus diye göründüm” derdim, olur biterdi diye cevap verdiğinde, varlığının özünü de, dilinin marifetini ve sadeliğini de öylece gözler önüne sermesi, bundandır.
Yunus’u anlatmaya ne gerek, o kendini yüzyıllar ötesinden bize hep anlatır durur ya, yine de hatıralar masallara, masallar efsanelere ve mitolojiye dönüştükçe yeniden yeniden söylenmeye, değişime ihtiyaç duyarlar. Tarih profesörü, çok satan nice romanın yazarı İskender Pala, varlığını konusunda bu aralar oldukça kafası karışık Türk insanına tarihini, eski efsaneleri yeniden yaratarak anlatmaya Yunus mitiyle devam ediyor. Tabii tam anlamıyla Müslüman, sünni, beyaz, erkek bakışıyla…
O kadar çok satıyor ki, bu yüzden okumaya bir türlü fırsat bulamadığım İskender Pala’nın “Od”u onun özellikle son dönemlerde yazdığı “Şah ve Sultan”, “Katre-i Matem” gibi romanlarından dil, kurgu ve karakterlerin işlenişi bakımından kat be kat daha yetkin bir roman. Yunus’un dünyasını Yunus’un diliyle, söyleyişiyle vermeye çalışmış yazar ve bunda oldukça başarılı olmuş. Diğer romanlarına göre karakterlerinin azlığı da onları daha inandırıcı işlemesine imkan sağlamış gibi görünüyor. Roman, Yunus’un şiirlerinin pek çoğunu yok ettiği rivayet edilen Molla Kasım’ın bir özür niteliğinde, bu insanın hayatını yazıya dökmesi üzerine kurulu. Hikâye Yunus’un ve oğlu İsmail’in gözünden aktarılıyor, Molla Kasım’ın bakış açısı hikâyeye müdahale etmiyor. Peki nedir hikâye?
Orta Anadolu’nun bozkırlarında sevdiği kadın ve iki oğluyla birlikte yaşarken görüyoruz Yunus’u. Ancak Anadolu o vakitler tam bir yangın yeri, Anadolu Selçuklu Devleti yıkılıyor, Yunus’un Çekikgöz dediği Moğolların bitmek bilmeyen akınları ve hakimiyetleri, Haçlı seferlerinin kalıntılarından olan Tapınakçıların yağmaları, Bizans’ın soğuk nefesi ortalıkta kol geziyor, o yıllardaki kıtlık da cabası. Ve bu yangın yerinin ortasında Yunus’un ailesi fırtına ortasında kalmış başak taneleri gibi dört bir yana savruluyor... Önce büyük oğlu İbrahim’i kaybediyor Yunus, yurdundan oluyor. Sonra yeni yurdunda yıldızım, Sitarem diye seslendiği, sevgili karısı Elif’i toprağa veriyor. Elif’in ölümünün ardından yollara düşünce ise uzun çok uzun yıllar boyunca arayıp da kavuşamayacağı küçük oğlu İsmail’i Anadolu’nun karmaşası içinde yitiriyor. İsmail’i bulmak ve ona kavuşmak ile içindeki tanrıyı bulmak arasında gidip gelerek bir ömür tüketiyor Yunus. Onu bizden kılan, biz kılan en önemli özelliği o yıllarda Anadolu’nun dört bir tarafından yükselen büyük erenlerin, Hacı Bektaşi Veli, Taptuk Emre ve Mevlana gibi bilge ve bulan olmasında değil, aramasında, çaresizce, çilekeşçe hep aramasında, hep sormasında, o her şeyden önce kendine yönelttiği eleştirel bakışında… Kendini de, etrafındaki dünyayı da merak ediyor, bilmek öğrenmek ve dile getirmek istiyor Yunus. Ondandır ki kırlarda karşılaştığı yaralı bir sarı çiçekle bile konuşabiliyor.
Önce Hacı Bektaş’a gidiyor, sonra Taptuk Emre’nin eşiğine yüz sürüyor Yunus. Yıllar boyunca onun dergahı için odun kesiyor, odun taşıyor ta ki bir gün farkında bile olmadan kestiği odunları, çevresindeki ağaçları ol diyip önce altına sonra tekrar eski hallerine dönüştürecek kudrete erene kadar. Ancak etrafındakiler bilse de Yunus kendi kudretinin farkında değil, daha doğrusu böyle bir kudretin peşinde değil, o gerçek anlamda maddeden geçip mana evrenine ulaşmaya, gürül gürül akan bir ırmakken ummana varmaya çalışıyor. Hem ruhsal hem de edebi olarak yüzyıllara yayılan o kadar güçlü bir hikâye ki onunki, aslında yazarına da fazlaca söz bırakmıyor.
Moğollar tarafından kaçırılıp esir pazarında bir işkenceciye satılan ve o işkenceci tarafından büyüyüp yetiştirilen İsmail’in kaderi ise babasından çok daha farklı. O da babasını ve içindeki tanrıyı arıyor ama insan öldürüp eşkıyalık yaparak, tanrısına ve babasına öfkelenerek yaşıyor. Romanın başında ve sonunda yer alan baba-oğul konuşmaları tanrıyı arayıp da bulamayan, inkârla kabul arasında gidip gelen insan bilincini temsil ediyor.
İskender Pala halkın yarattığı, halka mal olmuş bir efsaneyi, ete kemiğe büründürerek anlatmayı tercih etmiş. Hal böyle olunca da yazarın bakış açısı, dünya görüşü kahramanın diline bulaşmış. Herkesin Yunus’u kendine tabii, ama benim Yunus’um sanki her şeyden önce İslamiyetten önceki Şamanist-animist Türk inancını bunca dışlamaz, Türk şamanlarına bir tür büyücü muamelesi yapmaz, o herkese şifa veren elleri ve yüreğiyle dünyaya bugünün kalıplaşmış Sünni bakış açısıyla dokunmaz, bakmaz gibi geliyor. Aksi halde bir asanın peşinden niye koşsun, bir sarı çiçekle niye konuşsun ve bir toplumun varlığında, bilinçüstünde ve bilinçaltında yüzyıllar boyu büyük bir hoşgörüyle var olsun ki…
Çok severek okuduğum ve bende kalanları kaleme döktüğüm güzel kitap.yorumuma göz atmak isterseniz
http://www.kitapsohbetcisi.com/2012/06/od-uzerine.html
Yunus'u anlamaları için bizim insanımıza ete kemiğe büründürüp sunacaksın...
hoştu. Teşekkürler.
Bana da Yunus'un ete kemiğe büründürülüp, doğrusuyla yanlışıyla baştan yaratıldığı, belki anlamını kaybettiği romanı bırakıp da, ironik bir şekilde onun adına teşekkür etmeme takılan yurdum insanını pek anlayamam. Fakat hak veriyorum, yazarken ben de duraksamıştım bir an, ironik oldu, çok ciddi bir durum da yok ortada:)
Yorum gönderen arkadaşımız Yıldırım C. Yunus adına teşekkür etmiş. Bu gibi durumlar bana hep tuhaf gelir, birinin adına teşekkür, birinin adına özür gibi... Hele ki bu biri Yunus ise.
Çok güzel dile getirmişsiniz, Yunus adına teşekkürler.
Yeni yorum gönder