Yayım dünyamızın en bereketli zamanlarında çok satan, çok konuşulan dolayısıyla da Hollywood uyarlaması çekilen bir romanla karşı karşıyayız yine. İçinde kayıp semboller değil, kayıp ruhlar barındırmasıyla ilgi çekiyor, doğunun bir türlü tüketilemeyen mistisizminden beslenen bir roman gibi görünüyor "Shantaram", peki gerçekten de kaybolmuş ruhlara deva olup, doğudan batıya manevi bir pansuman yapabiliyor mu? İşte orası pek şüpheli. Olsa olsa batılı gözün, doğunun ruhunu anlamada hangi aşamaya geldiğine dair zayıf bir izlenim, bir tür hayal kırıklığı daha...
Kahramanımızın, Tanrının sükunet bahşettiği adam olmak için, yüreğin kral olduğu ülkeye gelmesiyle başlar her şey. Bütün hikaye bu iki kilit bilgide gizlidir zaten. O başlangıçta bilmese de yüreğin kral olduğu ülke Hindistan, tanrının sükunet bahşettiği adam ise Shantaram’dır, yani kendisi… Ama biz onu daha çok Bombay’a adım atar atmaz aldığı isimle biliriz: Lin… Lin’in esas adı mühim değildir zira o, silahlı soygun yapmaktan hüküm giymiş uluslararası bir kanun kaçağıdır ve adıyla beraber dostlarını, ailesini, kızını, geçmiş yaşamını da ardında bırakarak sahte pasaportla girdiği Hindistan’da yeni yaşamına başlayacaktır. Bu ülkenin yüz binlerce insanı bugün bile kendine çeken felsefi gizeminde bir yeniden doğuş öyküsü okumak: “Shantaram”da bize vaat edilen budur. Romanın çok satmasının, yakında gösterime girecek bir Hollywood uyarlamasının çekilmesinin sebebiyle aynı hemen hemen… Ancak vaadin yerini bulduğunu ileri sürmek, işte bir okur olarak bunu tereddütsüz söylemek oldukça zor. Sonda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; “Shantaram”, içindeki o koca kara deliği, manevi boşluğunu bakışlarını doğuya çevirerek doldurabileceğini düşünen batılı gözün, o bilindik hikayesinin yeni bir versiyonu olmaktan öteye gidemeyen kitaplardan biri ne yazık ki. Ancak öte yandan yaklaşık 900 sayfayı bulan romanın derinliklerinde okuru etkileyen edebi bir pırıltı, romanın sonuna kadar okunmasını sağlayan bir merak yarattığı da aşikar. Bu işin sonu nereye varacak ey yazar, diye diye romanı bitiriveriyorsunuz ve görüyorsunuz ki “çoksatar” olmanın altın kuralı Shantaram için de harfi harfine işliyor.
Kahramanımız Lin, “eroin yüzünden ideallerini kaybetmiş bir devrimci, işlediği suçlar yüzünden güvenilirliğini kaybetmiş bir filozof ve yüksek güvenlikli bir hapishanede ruhunu kaybetmiş bir şair”ken bir kadın, bir şehir ve bir parça şansla yeni bir hayata başlar. Bombay’a ayak basar basmaz, daha ilk günden hayatını değiştirecek kadını ve dostluğu bulacaktır. Yani, Karla’yı ve Prabu’yu… Prabu şehre iner inmez yakanıza yapışan şehir rehberlerinden biridir. Ancak Lin ona tanışmalarının ilk dakikasında ısınır ve uzun yıllar sürecek olan rehberliğini kabul eder. Karla’ya ise ilk görüşte aşık olacaktır, ancak Karla, Lin’in hayatını sadece aşkıyla değil, çevirdiği gizli kapaklı işlerle de yönlendirecek ve hatta kökünden değiştirecektir. Kısa süre içinde Bombay’da yaşayan ve geçimlerini fahişelik, uyuşturucu satıcılığı, komisyonculuk gibi yasadışı işlerle sağlayan yabancıların çevresine giren Lin, zamanla kendini Hindistan’ın en büyük mafyasının en yakınındaki adamlarından biri olarak bulur. Ancak, bir yandan da rehberi Prabu’nun önderliğinde Hindistan’ın gerçek yüzüyle tanışırken bir anlamda kendiyle yüzleşir. Prabu’nun köyüne yaptığı uzun ziyaret, gecekondularda yaşamaya başlaması, gecekondu yerleşiminde açtığı gönüllü klinik, çevresindekilere yaptığı yardımlar Lin’in iyilik ve kötülük, suç ve ceza, zenginlik ve yoksulluk üzerine düşünmesine, çoğu zaman da bu ikilikler üzerinde savrulmasına yol açacaktır.
Söz konusu savrulmaların kahramanımızı neticeye götürmesi, onun gerçek anlamda tanrının huzur bahşettiği shantarama dönüşeceği beklentisi hikaye boyunca bizi izlerken, bu otobiyografik romanın yazarı Gregory David Roberts, istediğimizi vermeme konusunda oldukça kararlı davranıyor. Hal böyle olunca da “Shantaram”, ilginç bir hayat hikayesinin iyi bir dille yazılmış dökümü olmaktan ileri gidemiyor. Kahramanımızın hayatından vazgeçmeye her karar verişinde mucizevi bir şekilde omzuna dokunan eller, sürekli ondan yardım bekleyen başı dertte dostlar, evren hakkında durmaksızın filozofça konuşan mafya babaları ise hikayenin ve kahramanımızın inandırıcılığını oldukça sarsıyor. Bütün bunlara okuru bunaltacak uzunlukta yazılmış, hikayeyi etkilemeyen ayrıntılar da eklenince “Shantaram” zaman zaman okunur olmaktan çıkıyor.
Fakat bütün bu aksaklıklara rağmen, hikayenin ikinci adamı, rehber Prabu roman ilerledikçe hikayenin gönlümüzü çalan esas kahramanına dönüşüyor tuhaf bir şekilde. Öyle görünüyor ki Roberts, Prabu karakterinde koskoca bir ülkenin, Hindistan’ın gönül haritasını çıkarmayı başarmış. Batının gözü doğuyu hiçbir zaman tam göremezken, doğu tüm yönlerin ötesinde ve tam içinde kendini göstermiş, mucizevi bir şekilde.
Kahramanın epik yolculuğu formatında yazılan Shantaram, bize bu türün tadını ve sunum olarak vaat ettiği doğunun mistik yüzünü, ki öyle bir şey gerçekten varsa, tam olarak veremiyor belki ama 80’li yılların Hindistanı’nı, özellikle de Bombay’ın baş döndürücü, kaotik olduğu kadar çekici olan yüzünü, şehrin ruhunu bir yabancının gözünden yansıtıyor. Sözün kısası Shantaram’ı eğer Hindistan’ı merak ediyorsanız ya da sadece ilginç bir yaşamöyküsü okumak istiyorsanız okuyun derim. Zira bunun ötesinde 900 sayfaya yayılan beyhude bekleyişlerden başka bir şey yok ne yazık ki.
Yeni yorum gönder